Status             Fa   Ar   Tu   Ku   En   De   Sv   It   Fr   Sp  

Marksizm ve Günümüzün Dünyası

Enternasyonal’le Söyleşi


Soru: Sovyetler Birliği ve Doğu Blokunun dağılması sosyalizmin yenilgisi ve komünizmin sonu olarak adlandırıldı. Burjuvazinin bu gelişmeleri formüle etmesinin ardında hiçbir gerçeklik bulunmuyor mu? Sizce, SB deneyi ya da Doğu Blokunun dağılması sosyalizm ve komünizm açısından ne denli başarısız bir sınav sayılabilir?

Mansur Hikmet: İşçi sınıfı sosyalizmi ve komünizmi ve onun kuramsal çerçevesi olan Marksizm'i ilgilendirdiği kadarıyla bu olaylar ne sosyalizmin yenilgisinin göstergesi, ne de komünizmin sonudur. Bu bir tür burjuva sosyalizmi ve onun temelini oluşturan devlet kapitalizminin yenilgisi ve sonudur. SB'nin sosyalist bir ülke olmadığı gerçeği, onun sosyalizmin ve komünizmin Marksçı ufkuna yabancılığı gerçeği, yalnızca kendilerini komünist diye nitelendiren grupların çoğu tarafından bilinmekle kalmamış; birçok burjuva düşünür ve Sovyetolog tartından dâhi teslim edilmiştir. Resmi burjuva ideolojisinin SB'yi yeniden sosyalizm ve komünizm ile bir görmesinde ayak diretmesi, günümüze değin uzanan ve bu görüş ile çelişen çeşitli burjuva ideolog ve düşünürlerine ait yorum ve incelemelerin rafa kaldırılması, Doğu Bloğunun yenilgisi çerçevelinde işçi sosyalizmi ve komünizmine karşı başlatılan saldırının propaganda amaçlı bir yönteminden başka bir şey değildir. Sosyalizmi yenebilmek için “sosyalizm bitti” diyorlar, komünizmi bitirebilmek için “komünizm bitti” diyorlar. Bunlar burjuvazinin naraları ve üstünlük taslamalarından başka bir şey değil, bunlar ne denli daha çok kulak tır-malayıcı olursa komünizmin işçi sınıfının ufku çerçevesinde burjuva toplumu için ciddi bir tehdit oluşturduğunu daha iyi gösterir.

Doğu Bloğunun ve SB'nin son birkaç yıl içinde dağılmasının özü komünizme ve sosyalizme ilişkin hiçbir şey anlatmıyor, çünkü hiçbir ölçüt, ekonomik ve politik çerçeveden tutun da yönetsel ve ideolojik yaklaşımlara değin, SB'nin ve Doğu Bloğunun sosyalizmi temsil ettiklerinin göstergesi sayılamaz. Ama bir bütün olarak Sovyetler deneyi, işçi sınıfının Ekim Devrimi için başarısız bir sınav olmuştur. Biz bu konuda daha önce Marksizm ve SB sorunu konusunda bültenlerde görüşlerimizi dile getirmiştik. Benim bakış açıma göre 1917 Ekim Devrimi siyasal gücün burjuvazinin elinden çıkarılmasına ve devrilmiş sınıfların eski düzeni yeniden kurmak için yöneldikleri doğrudan askeri ve siyasi çabaların boşa düşmesine neden oldu. Ama bu aşamadan sonra işçi devriminin yazgısı, var olan ekonomik ilişkilerin devrimleştirilip bütünsel işçi sınıfının ekonomik programının yaşama geçirilmesinin başarılıp başaramayacağında düğümlenir. Rus Devriminin ilerlemesinin durduğu nokta burasıdır. Sermayenin devletleştirilmesi ve üretim araçlarının devlet tarafından mülk edinilmesi, üretim ve iş araçlarının yurttaşların ortaklaşa mülkiyetine geçirilmesinin yerini aldı. Ücret ve ücretli emek, para, değişim değeri ve üretici sınıfın üretim araçlarından ayrılığı olduğu gibi yerlerinde kaldı. 20'li yılların ikinci yarısında, devlet sermayesini örnek alarak ve pratikte işçi sınıfı devrimine alternatif, bu ülkedeki kapitalist ilişkileri ayakta tutabilmek için tarihsel bir zorunluluk sonucu ulusal bir ekonominin yapılanması gerekiyordu. Bu kaçınılmaz bir biçimde sermayenin ekonomik olarak güçlendirilmesine neden oldu. Rus işçi sınıfının siyasal zaferi elinden alındı. Lenin dönemi devrimci işçi devleti yerini merkezileşmiş bir burjuva devlet bürokrasisine bıraktı. SB'de gözden geçirilmiş bir örneğe dayalı, burjuva milliyetçiliği, komünizme üstün geldi. Bu olgunun tümü bugün dağılmış durumda. Bu olgunun dağılması değil; bizzat oluşması işçi sınıfı sosyalizminin başarısızlığına tanıklık eder. Bu, günümüzdeki değişimlere dayanmıyor.

Bu başarısızlığın nedenleri üzerine birçok şey söylenebilir. Özet olarak, Sovyetler deneyiminden ve kendi bütünselliği içinde toplumsal bir devrim olarak zafere ulaşması gereklidir. Ekonomik ilişkide bir devrim—fakat gerçek bir devrim olmalı bu—var olan düzene bir takım düzenlemelerin (reform) dayatılması değildir. Bu devrimin temeli ücrete dayalı emek düzeninin kaldırılması ile tüm üretim ve dağıtım araçlarının ortak mülkiyete geçirilmesidir. Bu SB'de hiçbir zaman yapılmadı.

Soru: SB ve Doğu Bloku tarihinin bazı önemli uğrakları, komünist olarak bilinen hareketleri ve sosyalizmin prestijini önemli ölçüde etkilemiştir. 30'lu yılların mahkemeleri, Kruşçev'in Stalin dönemine ilişkin açıklamalar içeren gizli konuşması, Macaristan ve daha sonra Çekoslovakya'nın işgali, bunların hepsi, Doğu Bloğu sınırları ötesinde Marksizm'den ve komünizmden ayrılık dalgalarının oluşmasına neden oldu. Ama günümüzde karşı karşıya bulunduğumuz durumun boyutları bunlarla karşılaştırılamayacak denli geniştir. Eski “komünistlerin” Marksizm'den bu hızlı ayrılışları konusunda ne düşünüyorsunuz? Doğu Bloğunun dağılması Marksizm'de ne denli bir revizyonu gerektiriyor?

Mansur Hikmet: Marksizm bir ahkâm ve öndeyiler sistemi olmazdan önce bir eleştiridir: Kapitalist toplumun eleştirisi. Bu eleştirinin bu düzenin temelindeki dayanaklar ve iç çelişkisine yöneldiği apaçıktır. Bence, Marksizm'den ayrılmak hakikatten ayrılmaktır. Bin Sovyet devleti gelip geçse de, bu benim bir Marksist olarak var olan toplumsal düzene yönelttiğim eleştiriyi, özgür insan toplumu tanımı ve bu toplumun kurulması için gereken toplumsal güç konusundaki görüşümü değiştiremez. Marksizm kapitalist topluma ilişkin metodolojik, bütünsel ve derin, içeriği güçlü olan bir eleştiridir. Marksizm toplumun belirli bir bölümünün, ücretli işçi sınıfının var olan ilişkilere karşı iddiaları ve eleştirilerdir. Kanımca, yalnızca SB'nin bugünkü değişimleri değil; ama günümüzün bütün ekonomik ve toplumsal gerçekleri, dünya kamuoyunu meşgul eden bütün olaylar ve medya, akademiler, daha kendiliğinden olan somut ve edebiyatın ilgilendiği ve çağdaş toplumun sorunları olarak tartışılan konular, toplumun Marksist yorum ve eleştirisini gün geçtikçe olumlamaktadır. Marx, toplumun tüm siyasal ve kültürel yaşamını ekonomik iliş

Marksistler için çıkarılacak ders, Paris komünü deneyimini göz önünde bulunduran Marx'ın altını çizdiği, kendi ekonomik programını yaşama geçirmeksizin, ekonomik temelde toplumsal bir devrim yapmaksızın, bir işçi devriminin yenilgiye mahkûm oluşu ve her siyasal utkunun bu ekonomik devrim olmaksızın sonunda başarısızlığa uğrayacağı gerçeğidir. Sosyalist bir devrim parçalara ayrılmamalı kilerin belirlenimine bağladığı için, alay konusu oluyordu. Bugün ise yoldan geçen herhangi birine sorarsanız, faşizm, ırkçılık, nasyonalizm ve cinayetlerin artmasından, resim ya da müzik biçeminin ortaya çıkmasına değin, her konuyu ekonomik ilişkilere bağlar. Herkes İran'da Molla Şeriatının devamını Merkez Bankasının eyleminde Sanayii Bakanlığında ve Riyalin konvertibilitesinde arar. Bütün sorunun kâr ve işin geliştirilmesi olduğunu herkes bilir. Herkes yüreğinin derinliğinde devletin hangi işin aracı olduğunu, polis ve ordunun ne işe yaradığını bilir. Herkes toplumun orta yerinde işçi-kapitalist, ücretli ile işveren arasında sürekli bir sürtüşmenin varlığından haberdardır. Toplumdaki en küçük özgürlüğün ve insanlığın, işçi sınıfı parti ve örgütlerinin kapitalist dernek, parti ve bağımlı örgütlerine karşı eylem gücüne düğümlendiği artık ortadadır. İşçi sınıfı örgütlerinin sömürü, baskı, ayrıcalıklar vs.ye karşı, toplumsal gönenç yanlısı olması olgusu insanların doğal beklentisine dönüşmüştür. İşçi, özgürlük ve gönenç, burjuva ise çapulculuk ve ayrıcalıkla özdeşleştirilmiştir. Bana kalırsa 20. yy. Marksizm'in küreselleşme çağı ve kapitalist toplumun Marksist yorumunun herkesçe benimsendiği bir dönem oldu. Öyleyse, toplumun gerçekten anlaşılmasını ilgilendirdiği kadarıyla, Marksizm'in bir gözden geçirilmeye gereksinmesi olmadığı gibi, çağdaş uluslararası gelişmeler bu görüşün haklılığını yüzlerce kat daha fazla göstermiştir.

Ama Marksizm'den uzaklaşma dalgası, Marksizm'in doğru olup olmadığı sorunuyla ilintili değildir. Bu siyasal bir gidiştir. Seçimler bilimsel değil; siyasaldır. Durum, Sovyetlerdeki gelişme-lerle yüreklerin bilim ışığıyla dolması değildir. Burada Marksizm'in toplum yorumunun doğruluğu ya da yanlışlığı bir rol oynamaz ve solun geri çekilişini bu bağlamda bilimsel bir ölçütle değerlendirmeye çalışanlar en değersiz fırsatçılar ve ekmeği günün fiyatına yemeğe çalışan kişilerden başkası değildir. Gerçek olan burjuvazinin sözüm ona sosyalist bir bloğun çöküşüne dayanarak Marksizm'e karşı başlattığı ideolojik saldırının toplumdaki sol kesimi büyük bir baskı altında bırakmış olmasıdır. İkinci Dünya savaşı sonrası, reformcu aydınların Marksizm'e yö-nelmeleriyle belirginleşiyordu. Bu yönelim bugün tersine bir yönde hareket etmektedir. Bu saldırı dalgalarının durulması için daha çok zaman gereklidir. Burjuva aydının kendini daha değerli kılabilmek için Marksist olduğunu yeniden teslim edebilmesi için işçi sınıfının burjuvaziye karşı daha güçlü hareketlerini koşul kılmaktadır. Ayrıca “Marksistlerin” büyük bir bölümünü gerçekte sosyalist olmayan ve bu giysiyi Marksizm'in prestijinden dolayı anti-kapitalist hareketlerde giyen muhalif eleştirmenlerin oluşturduğunu da belirtmek gerekir. Milliyetçiler, reformcular, sanayileşme yanlıları (üçüncü dünyada), bağımsızlıkçılar, tekelcilik karşıtları, baskı altındaki çeşitli azınlıklar ve genel olarak çeşitli yönelimler, Marksizm ve sosyalizmi kendi başkaldırı ve istemlerinin kalıplarına uydurmuşlardı. Dün Marksizm moda iken bunlar da Marksist'ti. Bugün ise “demokrasi” moda ve hepsi onu çevrelemiş aynı ülkülerin gerçekleşmesini piyasa ve de-mokrasiden bekliyor. Bunların bu evrede Marksizm'den ayrılmaları önceden beklenen bir olaydır ve mutluluk vericidir. Bu durumun Marksizm'in alanını daralttığı doğru olsa da öbür yandan daha derin Marksist bir işçi komünizmi kurma görevini kolaylaştırmaktadır.

Benim görüşüme göre, siyasal çıkarları koruma yolunda Marksizm adına üretilmiş klişeler bir yana bırakıldığında Marksizm'in bir gözden geçirilmesi gerekmemektedir. İvedi olan Marksistlerin çözümleme ve ayrıştırmaya dayalı ciddi toplumsal eleştiri kuralları geliştirmeleri gerektiği gerçeğidir. Günümüzde belirleyici yönelimler ve çağdaş toplumun Marksist bir değerlendirme yokluğu kendini duyurmaktadır. Bir dünya görüşü ve toplumsal kuram olarak Marksizm'e dayanmak onun ilkelerini toplumsal durumdan bağımsız olarak yinelemek demek değildir. Marksizm her dönemin düşünsel savaşımlarına katılıp sınıf savaşımı ve toplumun tarihsel hareketine uygun olarak her yeni oluşuma ilişkin görüş ve çözümlemeleri dile getirmektir. Bizim için gerekli olan, tek gerçekçi ve köktenci topluma bakış olan Marksizm'i gözden geçirmek değil; bu bakışı çağdaş dünyaya yansıtma ve işlevselliğini gözden geçirmektir.

Soru: Lenin ve Leninizm kotlusunda, acaba Leninizm gözden geçirilmesi gerekir mi? Siz acaba hâlâ kendinizi Leninist olarak adlandırıyor musunuz?

Mansur Hikmet: İçinde bulunduğumuz dönem bu soruları yanıtlamadan önce söyleyeceklerimizi tanımlamamızı gerektirmektedir. Konu Lenin'in gerçek bir değerlendirmesi ise, Marksizm açısından kuram ve pratiği ise, işçi sınıfının devrimci düşünce ve eylemindeki payı ise hâlâ bir Leninist olduğumu söylemem gerekecektir. Bana göre Lenin, katışıksız bir Marksist, bu görüşü doğru bir biçimde özümsemiş, dünya işçi sınıfının sosyalist hareketinin dürüst bir öneriydi. Komünist olarak bilinen hareketle belirli eğilim ve fraksiyonların ayırıcı bir lakap ya da “alt başlık” olarak kullandıkları Leninizm kendi tarihçesine sahiptir Bu terimi Stalin döneminde ilk olarak ortaya atanlar ve bu resmi komünizmin döl yatağında gelişen ve sonraki ayrılıklarda Marksizm-Leninizm'i öne çıkaran akımlar, bu başlıkları tıpkı birçok başka Marksist terim gibi sosyalist olmayan karşıtlıkları ya da genelde maddi çıkarları savunmak için kullandılar. Bana göre bu yalnızca Lenin'in itibarının kötüye kullanılması ile kalmayıp benim anladığım anlamıyla Leninizm ile karşıtlık içindedir. Bu, “Leninistler”, bunlarla birlikte burjuva sözcüleri de, kendi görüşleri doğrultusunda bütün Sovyet deneyiminin faturasını Lenin'e kesip, bu deneyimi Lenin'in doğal uzantısı olarak adlandırmaya çalışmaktadırlar. Bu tabii bugün daha bir modadır. Bunlar Ekim Devrimi gününde, burjuvazinin kendisinin dahi açıkça Lenin'in özgürlükçü ve adaletli bir devrimci olduğunu itiraf ettiğini unutmuşa benziyorlar. Gerçek olan, Leninizm'in, ne Sovyet, Çin ve Arnavutluk'a egemen partilerin düşünce ve eylemlerinde ne de Sovyetlerin siyasal ve toplumsal deneyiminde temsil edildiğidir. Bu pratikler ve deneyim bütünü ile Lenin düşüncesinin başkalaştırılmasına dayanmaktadır. Lenin özgürlük, eşitlik ve insanlığın hararetli temsilcisiydi. Diktatörlük, bürokrasi ve ulusal baskı yöntemlerini, ekmek ve et kuyruklarını hiçbir şekilde Lenin ile bağdaştırmak olası değildir.

Marksist düşünce ve eylem açısından Lenin üstün bir konuma sahiptir. “Leninizm, emperyalizm dönemi Marksizm'idir” türünden formüller bana göre çok sıradan açıklamalardır. Lenin'in önemini ve onun komünist harekete özgün katkısını devrimci kuram ve eylem arasında kurduğu açık ilişkide aramak gerek. Bana kalırsa, Lenin, Marx'ın komünizmi pratik materyalizm olarak tanımlamasına tamı tamına sadık kalmanın somut örneğidir. Lenin'in özgün katkısı işçi sınıfının devrimci istencinin kapitalist toplumun maddi hareketindeki rolünü kavramak ve işçi devriminin kapitalist toplumsal gerçeklere uygun, etkin öğesinin etkinlik alanının algılanıp anlaşılmasıdır. Lenin II. Enternasyonal'e egemen tepkici ve evrimci görüşü geri püskürtüp Marx'ın göz önünde bulundurduğu komünizm tanımını açıklığa kavuşturdu. İddiamı yalınlaştırayım: Lenin'den önceki sosyalizm, sosyalizmin “kaçınılmazlığını ve gerekliliğini” Marks'tan öğrendi. Lenin çağımızda sosyalizmin “olabilirliğini” vurgulayıp eylemde onu gerçekleştirme işine koyuldu. Lenin'in tarih ve tarihsel değişimlerdeki sınıfların devrimci eyleminin rolünü kavrayışı derin Marksist bir kavrayıştır. Lenin bu eylem (pratik) için yer açıp onu örgütlüyor. Devrimci eylem ve etkin öğeye ilişkin daha sonraki ve genel olarak küçük-burjuva yorumların sosyalizmde kışkırtıcı, iradeci ve seçkinci bir yönelime neden oldukları bilinmektedir. Ama basit bir Lenin araştırması dahi onun böyle bir iradecilikten arı olduğunu tanıtlar. Çünkü ilkin Lenin için devrimci eylem toplumsal ve sınıfsal bir anlam içermekte ve İkincisi, Lenin hiçbir zaman sınıfın devrimci eylem alanını belirleyip sınırlayan nesnel koşul ve toplumsal nesnellikleri gözden kaçırmaz.

Bana göre sosyalizmi ideal bir süs olarak değil; ivedi ve eylemsel bir gereklilik olarak algılayan herkes için, sosyalizmin gerçekleşmesi ve işçi devrimini düşünen herkes için, Lenin, bir düşünür ve büyük politik bir önder, öğrenmenin zengin bir kaynağı olarak varlığını koruyacaktır.

Soru: Anti-sosyalist saldırının önemli bir öğesi ekonomik tarafıdır. SB'nin çöküşü, piyasanın ve kapitalizmin, insanlığın ulaşabileceği en işlevsel, en iyi ve en değerli ekonomik model olduğu yargısının yayılmasına neden olmuştur. Siz, bir Marksist olarak, bu iddiayı nasıl yanıtlıyorsunuz?

Mansur Hikmet: Burada iki konuyu birbirinden ayırmak gerekir. Biri kapitalizmin batı ve doğudaki çeşitli modellerinin pratiği arasında bir karşılaştırma yapmak, diğeri toplumsal ve ekonomik bir seçenek (alternatif) olarak sosyalizm ile kapitalizm (ister rekabete dayalı olsun, ister olmasın) arasındaki karşılaştırmadır. Marksistlerin anladığı biçimiyle sosyalizm bugüne değin hiçbir yerde kurulmadı. Biz SB'deki ekonomik sistemin işçi ve Marksist bakış açısının hiçbir uğradığında sosyalist olarak tanımlanabileceğine inanmıyoruz. Kapitalizm ve sosyalizm sorununa daha sonra değineceğim ve öncelikle Doğu ve Batı'da çeşitli kapitalist modellerin gelişmesine değineceğim.

Acaba piyasa ve rekabete dayalı kapitalizm toplum için bu-güne kadar “en iyi ve en olanaklı olan” mıdır? Bu soruya daha iyi yanıt verebilmek için daha iyi ya da daha kötü ekonomik sistemler olmayı belirleyen açık ölçütlere gerek vardır. Bu sözcükler çok özneldir. Çünkü yorumcunun beklentilerine göre bu ölçütler değişebilir. Bu, burjuva ekonomi biliminde uzun süre tartışma konusu olmuş bir konudur. Ekonominin nicel büyümesi, teknik ilerleme, servet dağılımı, endüstriyel temel, iş alanı, ürün kalitesi, kendine yeterlik ya da dünya pazarında sağlam bir konumda olmak vb. bütün bunlar farklı burjuva ekonomi ekollerinde daha iyi ya da daha kötü üretim modellerini tanımlamak için çeşitli ve hatta çelişik biçimde kullanılmış ve değişik burjuva ekonomi ekoller ve partiler arası kavgalara neden olmuştur. “En işlevsel ve en olası” ekonomik model konusunda “hangi toplum için, hangi evrede ve hangi zorluklarla?” sorusu sorulabilir. Bu, özellikle gelişme ekonomisinin eski bir sorunudur da. Örnek olarak, Ekim Devrimi Rusya'sı için serbest piyasa modeli kesinlikle bir seçenek oluşturmuyordu. Daha geri kalmış ülkelerin tarihi (hatta Japonya gibi ülkelerin bile) ilk ve temel bir endüstriyel altyapının oluşumu evresinin kapitalist öncesi engelleri aşmak, yerli emek ve meta pazarının oluşumunun piyasa mekanizmasına yukardan bir müdahale olmaksızın olanaklı olmadığını tanıtlamaktadır. Batı kapitalizminin kendi tarihi bile devletin pazardaki durgunluğu alt etmek ve bunalımları atlatmak için ya da teknolojik yeniden yapılanmalara girişmek için, piyasa mekanizmasına müdahale etmek zorunda olduğu uğraklarla doludur. Bugün dahi, rekabet ve serbest piyasa gibi kavramlar, belirli sınırlama ve (anlam bakımından) başkalaşımlar olmaksızın, batı kapitalizmini betimlemeye yaramazlar, çünkü devlet ve özel tekeller, sermayenin hareketi ve fiyatlar, üretim biçimi, büyüme hızı, iş alanı vb. gibi ekonomik özgüllüklerin yönünün belirlenmesinde temel belirleyiciliğe sahiptirler.

Buna rağmen benim görüşüme göre, batı kapitalizminin savunucuları Batı ekonomik modelinin Doğu modeline üstünlüğünü ilan ederken, ister kapitalist toplumun varsayım ve ölçütleriyle, ister iki bloğun ekonomik özgüllüklerinin daha geniş tarihsel bir ölçütte ele alınmasıyla olsun, tamamen haklıdırlar. SB'nın ekonomik modeli, düzeltilmiş bir kapitalist model olarak, kapitale dayalı sermaye birikimi ve üretim biçiminin iç çelişkilerinin hafifletilmesi için uygun bir çerçeve yaratmaktan uzak kaldı. Sovyet modeli kapitalizminin en belirgin özelliği pazar mekanizmasının idari bir düzenekle etkisizleştirilmesiydi. Bu, plan ve piyasa karşıtı olarak tanımlanıyordu. Tüm kapitalist ekonomik temelleri, yani işgücünün metalaştırılması, toplumun farklı bölüm ve kat-manları arasında değiş-tokuşu ve ürünlerin dağıtımını olası kılan değere dayalı bir düzeneğin kurulması, paraya dayalı ekonominin ve piyasanın ortadan kaldırma koşuluyla kapitalist ekonomi modelinin ortadan kalkmasına neden oluşturabilir. Ama bu ilişkileri korurken bu ilişkilerin maddi belirleyici kalıbı ve bunları birbirine bağlayan mekanizmanın, yani piyasanın kenara itilmesi, ka-pitalizmin işleyişinde büyük bozukluklar yaratmaksızın olası değildir. Bu SB'de oluşup gelişen olaydı. SB'de gerçekleşen piyasanın programla yer değiştirmesi değil, piyasanın işlevlerinin karar organlarına devredilmesiydi. Kapitalist sistemde piyasa (rekabet ve tekel sınırlamasından bağımsız olarak) karmaşık ve çeşitli birçok işlevi yerine getirir. Ne üretilmelidir, ne kadar ve hangi teknik kullanılarak, ne kadar tüketilmeli, kim tüketmeli, üretim kapasiteleri, üretim araçları ve insan gücü hangi kapasite ile ve hangi iş kollarında kullanılmalıdır, metaların değeri ve fiyatı, işgücünden üretim ve tüketim araçlarına değin her uğrakta nedir, hangi işletme ve üretim düzeneği kullanılmalıdır, hangi gereksinimler karşılanmalı, hangileri yoksanmalıdır, ekonomi hangi yönde gelişmeli, hangi üretim araçları devre dışı bırakılmalı hangi teknikler artık kullanılmamalı… Toplumun endüstriyel açıdan gelişip üretimin arttığı, ürün ve gereksinmelerin çeşitlendiği oranda piyasanın rolü daha karmaşık hale geliyor. Bu mekanizmanın devre dışı bırakılması ve bu özgüllüklerin idari organlara ihale edilmesi er geç kapitalizmi çıkmaz sokağa sürükler. Uzun bir süre için SB'nin iddiası batıdakine karşı işsizlik ve dönemsel (çevrimsel) bunalımlar gibi görüngülerle karşı karşıya olmadığıydı. Ama kapitalizm için bu bunalımlar, işsizlikler, durgunluk ve haraketlilik dönemleri, sermaye ile ekonomik çelişkileri birbirine uydurmak için bu piyasa mekanizmaları daha yaşamsaldırlar. Bunlar sermayenin bu düzenin özündeki üretim güçlerinin büyümesi ile uyuşmasını sağlayacak yöntemlerdir. Kendini yeniden yapılandıran ve üretim güçlerinin nicel ve nitel büyümesi ile çakışan mekanizmalardır. Ne denli sınıfsal ve sömürüye dayalı olursa olsun tarih boyunca bütün üretim biçimleri son çözümlemede üretim hacminin artması, üretim teknolojisinin gelişmesi ve ekonomik gereksinimleri gidermeye yönelik olmuştur. Bugün SB'nin ekonomisi konusunda bir şey söylenecekse, bu da bu modelin belirli bir kesitte bu bakımdan çıkmaza girmiş olmasıdır. Sovyet deneyimi piyasanın kapitalist düzen içinde ekonomik muhasebeler ve ekonomik denklemlerin düzenlemesi için en yetkin araç olduğunu gösterdi. Belirli koşullar altında piyasa mekanizmasının kenara atılıp işlevlerinin idari bir karar mekanizmasına devredilmesi ekonomik bazı kestirimleri olanaklı kılsa dahi, uzun vadede kapitalist toplumun teknik, üretim ve tüketim gereksinimler çeşitliliği, bu yöntemi çıkmaza sü-rükler.

Bugün piyasa SB'nin ekonomik sisteminden öcünü almaktadır. Olmayan bunalımlar, gizli işsizlikler, aşağıda tutulmuş fiyatlar, sübvansiyonlu endüstri vb. ansızın yerini milyonluk işsizlik-ler, baş döndürücü enflasyon ve atıl durumda fabrikalara bırakmaktadır. Piyasanın bütün bu süre içinde içten içe hüküm sürdüğü açığa çıkmaktadır. Sovyet modeli, Ekim Devrimi mirasına asıldığından, endüstrinin altyapısının yapılanması ve büyümesinde, insanları ideolojik ve siyasi olarak seferber edebildiğinden, bu altyapıyı oluşturmakta işlevseldi: Özellikle üretimin büyümesinin daha çok insan gücü tüketimi ve mutlak artı-değer elde etmeye dayalı olduğundan ve bu insan gücü köylü kesimden karşılanabildiğinden, bu sistemin sorunları su yüzüne çık-mıyordu. Ancak bundan öte, özellikle görece artı-değer artışının üretim tekniğini geliştirerek arttırmanın önem kazandığı noktada, toplumun ister üretime ilişkin ister tüketime ilişkin gereksinimlerinin çeşitlendiği yerde, üretim ve tüketimde ürün kalitesinin önemsenmeye başladığı kesitte bu sistem güçsüzlüklerini göstermeye başlıyor. SB, son yirmi yılın teknolojik devriminden pay alamadı. Sovyet modeli, gelişmiş endüstriyel bir ekonominin çeşitli üretimsel ve tüketimsel gereksinimlerini karşılama kapasitesine sahip değildi. Bundan dolayı sermaye açısından bu model kullanılamaz ve batı modeli, piyasanın merkezi rolüne dayalı kapitalizm, hâlâ tek işe yarar ve olanaklı model olarak kabul edilmektedir.

Sovyet toplumunun daha adil bir toplum olduğu söylenebilir. Toplumsal gönenç ve ekonomik güvencenin daha fazla olduğu, sınıfsal ayrılıkların daha az olduğu söylenebilir. Batı burjuvazisi açısından ekonomik adalet daha iyi bir toplumun özelliklerinden değildir. Burjuvazinin sol kanadı, sosyal-demokrat ve yan eğilimleri, temel olarak yoksullukların endüstri ve uygarlık beşiğinde ayaklanmasını önlemek amacıyla bu söylemi kendi ekonomik sistemlerine içselleştirmiş ve gerektiğinde her zaman, kâr-zarar eğrisinin yükselme ve alçalmalarını yakından gözlemleyerek ondan vazgeçmişlerdir. Biz de işçi ve komünist olarak, ekonomik adalet için kendi seçeneğimize sahibiz. Bizim sorunumuz ilkin bu ekonomik adalet üzerine kurulmuş bir rejimdir, bu ekonomik adaleti sürekli olarak yeniden üreten ve bu temelde yükselen bir rejimdir. Kırk yıl boyunca sınırlı olanaklar kullanmak, o da ağır işe karşılık ve daha sonra da yoksulluk ve işsizlik ve kafesinden kaçmış ekonomik, siyasal ve düşünsel gericilikle el ele böyle bir “adalet” bizim avuncumuz olamaz. İkincisi, ekonomik büyüme, teknik ilerleme, üretim kapasitesinin artışı ve tüketim düzeyinin yükselmesi, insanın gönenç ve rahatlığına yaşamsal önem vermekteyiz. Yoklukların paylaşılması bizim seçeneğimiz değildir. Herhangi bir eksikliği insanlar omuzlamalıdırlar, ama sosyalizm insanların olanaklarının artışı, ekonomisi, onların maddi ve tinsel gereksinimlerinin karışlanması ekonomisidir.

Sorunun ikinci boyutuna gelince; kapitalizmin ve şimdi onun “muzaffer” Batı modelinin insanlar için olanaklı olmuş en iyi ve en işe yarar düzen olduğu iddialarına ne demeli? Daha iyi bir ekonomik düzeni bu yüzyıl boyunca insanlık için olanaklı ve tartışma konusu olmuştur. İnsanlık bugün sosyalist ilişkiler içinde yaşamıyorsa bunun nedeni, eski düzenin kendini diş ve tırnakla, katliam, ölüm, işkence, korku, aptallaştırma ve ayrılık yaratma yollarıyla savunmasıdır. Bu düzen daha iyi tanımlanmıştır. Milyonlarca kişi bu düzene karşı savaşmış ve savaşıyor. Kapitalizmin en iyi düzen olduğu iddiası insanlık tarihinin en büyük yalanıdır. Bu düzenin üzerinden iğrençlik akmaktadır. Yüz milyonlarca insanın evsizliği, sağlıksızlığı, okulsuzluğu, mutsuzluğu ve açlığına karşın, bu gereksinimleri karşılayacak üretim araçları işlevsiz bir biçimde yerlerinde durmaktadır-lar, bu insanlar araçları işletip gereksinimlerini karşılayabilecekleri halde işsiz tutulmaktadırlar. Bazılarını, işçiler kendi başlarına bu araçları işletmeye kalkışırlarsa, onlara ateş açsınlar diye görevlendirmişlerdir. Polis batı uygarlığının beşiğinde, yakıt üretmek isteyen madenciyi dövüp hapse atmaktadır. AET'nin buğday ve tereyağı dağları çürüyüp giderken az ötede insanlar açlıktan ölmektedirler. Yokluk, fuhuş, yoksulluk, evsizlik ya da insanların geri kalmış ülkelerdeki durumundan örnek vermeye gerek yok. Amerika'da dahi 30 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır, 10 milyon çocuk sağlık sigortasından yoksundur, New York'tan Los Angeles'e kadar evsizlik ortalığı kasıp kavurmaktadır. Fuhuş tüm dünyada geçinmek için bir yöntem, fuhuş organizasyonu ve uyuşturucu dağıtımı ise servet edinmenin övünçlü bir yoluna dönüşmüştür. İngiltere'de büyüklükte bulunmuşlar da kış gecelerini evsiz insanlar uyuyabilsin diye metro kapılarını açık bırakıyorlar. Bu toplum, ev emeği ve kadının ekonomik yaşamda astlığı olmaksızın ayakta duramaz. Bu toplum çocukları çalıştırıyor. Yaşlıları çöpe atıyor. Ölüm, sa-katlama ve yıpratma olmaksızın üretemez. Bu toplum yeryüzünde yaşayanların çoğunluğunun insanlığını yadsımadan, onların temel gereksinmeleri olan, yemek, sağlık ve konut, ekonomik güvenlik, bilim ve sanattan uzaklığına gözünü kapatmaksızın kendi dengesini kuramaz.

Hepsinden önemlisi, bu toplumun temel gerçeği ve en utanç vericisi, büyük çoğunluğunun gözünü açtığı bu dünyada yaşayabilmeleri için, kendi bedensel ve zihinsel yeteneklerini küçük bir azınlığa satma zorunluluğudur. İnsan gereksinmelerinin ve yaşama araçlarının üretimi, sermayenin kârlılığına bağlanmıştır. Bu gerçek, tüm bu eşitsizlikler ve yoklukların temelidir. Ücretli emeğin, toplumu işçi ve işverene, ücret alan ve verene bölmesi, yaratıcı bir etkinlik olan çalışmanın, geçinme aracı olan bir “işe” indirgenmesi, kendiliğinden bu düzenin iflasını teslim eder.

Bana göre var olan ekonomik düzeni en iyi ve en olanaklı olan diye tanımlayan kişi kendi barbarlığını itiraf eder. Özellikle Marx'ın kapitalizme yönelttiği eleştiriyle, insanlığın daha üstün bir toplumsal ekonomik düzenin kurulma zorunluluğu ve olanaklılığı bilincine varması ve hatta bu düzeni ana hatlarıyla belirlemiş olması bir gerçektir. İnsanların tam eşitlik ve özgürlüğüne dayalı bir toplum, toplu yaratıcılığa ve birlikte etkinliğe dayanan bir toplum, üretim araçlarının insanların ortak malı olduğu bir toplum, evrensel sınıfsız bir toplum, ayrıcalıksız, ülkesiz ve devletsiz bir toplum uzun bir zamandan beri olanaklıdır. Kapitalizmin kendisi bu yeni düzenin öngereklerini oluşturmuş durumdadır.

Soru: Batılı yorumcuların özellikle Doğu Bloğunun yenilgisiyle birlikte parmak bastıkları nokta, ister ekonomide olsun ister politikada, bireysellik ve bireyin temel oluşudur. Deniliyor ki yalnızca Sovyet tipi ekonomide değil, ama son yirmi otuz yılda devletin üretim, dağıtım ve ekonomik ilişkileri düzenlemesine dayalı gönenç ekonomileri, toplum ya da devletin sorumluluğu-nun artması ve rekabet ve bireysel dürtülerin zayıflaması ve bunun sonucunda ekonomik rehavet ve baskın bir teknik durgunluğa neden olmuştur. Batılı yorumculara göre bireysellik ve rekabet yalnızca kapitalist toplumun temeli değil; genel olarak insansal ekonomik etkinliğinin ayrılamaz parçasıdır. Sosyalizm toplumu bireye öncelikli saydığından insanları tek tip yapmakla suçlanıyor. Bu sorunun Doğu Bloğunun ekonomik çıkmazında ne gibi bir payı vardı ve genel olarak sosyalizm-birey ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz?

Mansur Hikmet: Her şeyden önce birey ve bireyselliğin burjuva ideolojisinde ne anlama geldiğini dikkatle ele almak gerekir. Bu ideolojideki bireyden kastedilen insan değildir. Bireyin temel oluşu ise insanın temel oluşu anlamına gelmez. Aslında kapitalist toplumun ta kendisi ve insanın burjuva nitelemesi kendi kişisel özelliklerinden, bizi biz yapan özgürlüklerimizden ve bireysel kimliğimizi belirleyen kendimize özgü özgüllüklerden kaçmaktadır. İster maddi ve ekonomik ister tinsel ve siyasal-kültürel alanda, çehresiz ve kimliksiz, bireyselliğinden yoksun bir insan imgesi oluşturur. Bu toplumda insanlar bireysel kimlik ve özellikleriyle değil; belirli ekonomik ilişkilerin taşıyıcısı olarak birbiriyle karşılaşır ve ilişkiye girerler. İnsanlar arası ilişkiler metalar arası ilişkilerin bir türevidir ve bireyin kimliğini açıklamak için kullanılan ilk şey onun metalarla olan ilişkisi ve üretim süreci ve mübadeledir. Birey ekonomik bir uzamı temsil eden canlı bir varlıktır. İşçi, işgücünün bir meta olarak taşıyıcısı ve aynı zamanda satıcısıdır. Kapitalist, sermayenin insansal imgesidir, tüketici, pazarda belirli alım gücü olandır. İnsan kapitalist toplumda bu kapasitelerle tanınıp değerlendirilir. Burjuva düşünürü bireyin temel oluşu ve bireysellikten söz ettiğinde, onun temel oluşunu değil; tam tersine belirli insani özelliklerinden kaçınmasının gerekliliğini ve onun bir birim olarak ekonomik ilişki ve denklemlere girmesinin zorunluluğunu ifade eder. Bireyin temel oluşu, burjuva için metanın temel oluşu anlamına gelir, piyasanın asallığı ve değer mübadelesinin insanların karşılıklı ilişkilerinin dayanağı oluşu anlamına gelir. Çünkü yalnızca bu yolla mübadelede bulunanlar pazarın özünde kişiliklerinden soyulup “birey” olarak değişim değeri taşıyıcısı bir meta sahibi birimler olarak, diğer insanlarla karşılaşabilirler.

Kapitalist toplumda insanın bireye indirgenmesi, insanların ekonomik konumlarının mantığını uygulayıp kendi düşünme ve insanlıklarına öncelikli kılmaları için zorunlu bir süreçtir. İşçinin işgücünü satma peşinde olup sattıktan sonra metayı alıcıya teslim etmesi gerekir. Yani kapitalist için çalışmalı, sermaye birikiminin zorunluluklarını yerine getirmelidir. İşçi benzer meta satanlarla rekabet etmelidir. Kapitalist bütün artı-değerden daha büyük pay alabilmek için iş ve üretim tekniğini sürekli geliştirmelidir. Tam zamanında işsiz bırakıp tam zamanında işe almalıdır. Bu süreçlerin herhangi birinde eğer insanlar öncelikleri ve ekonomi ötesi özgürlüklerini uygulamaya kalkışırlarsa tüm sistem durur.

Siyasal alanda da bireyin asallığı benzer bir anlam taşıyor. Bireyin asallığı bu anlamda parlamenter sistemin temelini oluşturur. Bu sistem en iyi olasılıkla yani on yıllarca savaşımdan sonra mülkiyet, erkeklik ve beyazlık gibi koşullardan arındıktan sonradır ki, ülke çapında her bir kişiyi bir oya indirgemeye yönelir. Seçimlerden sonra insanlar evlerine giderler ve mebuslar en azından kâğıt üstünde onları temsilen kanun çıkarma erkini ellerine alırlar. Her birey bir oydur. Öncelikleri, gereksinimleri ve özellikleri olan ve bunları gerçekleştirecek bir insan değildir. İnsanların sürekli etkin olarak yer aldığı bir “sovyet” (konsey) sistemi, insanların tüm karar alma süreçlerinde bulunacakları bir siyasal model parlamenter bakış açısına göre “demokratik” sayılmaz. Burjuva düzeninde bireyin siyasal yorumu onun siyasal yaşamda ekonomik yorumunun dolayımsız türevidir. Bu düzenin temeli insanların somut kimliklerinin yok edilmesidir.

Bu girişten sonra SB'ye ilişkin sorununuza dönüyorum. SB insanı temel alan ve burjuva bireyselliğini muhafaza altına alan bir ekonomi değildi. Bu sistemde bireyselliği bozan şey tüm pi-yasaya el atmış geniş bir idari mekanizma idi. Batılı yorumcu SB'deki bireysellik ve bireyciliğin ihlalinden söz ederken esas eleştirisi özel mülkiyetin şiddetli biçimde sınırlandığı ve sanayi patronlarının zorunlu olarak piyasa mantığına göre değil; idari bir sistemin kararlarına göre harekete zorlayan sisteme yöneliktir. Başka bir deyişle sermaye insani taşıyıcılarından yoksundur. Ve ikinci olarak, Sovyet işçisi siyasal bakımdan idari sisteme karşı saltık biçimde yalnızlaştırılmasına karşın, bir satıcı olarak ekonomik bakımdan bireysel ve başkalarıyla rekabette bulunan bir satıcı olarak belirmemektedir. İdari sistemin ekonomik hesaplamalarına dayanarak pazarda olduğu gibi sermayeyi daha kârlı alanlara yöneltmeye çalışması ya da iş-gücü değerini en alt seviyede tutmaya çalışması burjuvazi açısından sermayenin özgür değişim ve rekabet gücü, rekabete dayalı bir pazarda iş- gücü-sermaye karşıtlığının yerini tutamaz. SB'ye karşı bireysellik sloganı bu idari sisteme karşı ve özel mülkiyetin geliştirilmesinden yana, işçilerin bireysel rekabetinden yana olarak atılıyor. Daha önce de söylediğim gibi bu idari sistem artık piyasanın karmaşık ve çeşitli rollerini üstelenecek durumda değildi. Özellikle dünya çapında endüstrileşmiş ülkelerin teknik devrimini SB'nin ekonomisine aktaramıyordu. Bana kalırsa, bu yorumla, meta sahiplerinin rekabetleri ve bireysellikleri kapitalist ekonominin ayrışamaz öğesi ve bu düzendeki teknik gelişmenin taşıyıcısıdır. Şunu da eklemek gerek: Kapitalizm varlığını, gerekli her tarihsel uğrakta ekonomi ötesi güçlerce belirlenen rekabet ve bireyselliğin sınırlanmasına borçludur ve bu ekonomi ötesi güçlerin ve devletlerin müdahalelerine boyun eğmiş durumdadır. Ekonomik bunalımlar ve şiddetli durgunluk dönemleri teknolojik gelişim ve sermaye birikimi kadar bu sisteme içkindir. Kapitalizm bu yolla kendini tasfiye edip yeniden yapılandırıyor. Burjuvazinin bu bunalımı denetlemesinin gerekliliği ve ondan önemlisi burjuva düzenin işçi sınıfına karşı ayakta durma zorluğu, burjuva parti ve devletleri tepeden ve sürekli piyasaya müdahale etmesine neden olmuştur. Thatcherîzm ve Monetarizm 80'li yıllarda Keynesçi güçlü bir gelenek ve sosyal demokrasinin, devletin önemli müdahalelerine neden olmuş politikalarına karşı geliştirildi. Ve öyle görünüyor ki, bu akımların kendileri de şu an geri çekilme durumundadırlar. Sonuç olarak söylemek istediğim piyasanın ve rekabetin teknik gelişmede merkezi rollerinin bilinmesi burjuvazi için dahi uzun vadede kapitalizmin gelişimini serbest piyasada sürdüreceği anlamına gelmez. Serbest piyasa ve tam rekabette, aşırı bireycilik ve yeni-sağın diğer yeni iddiaları en az, programlı kapitalizm kadar ayakları yerden uzak durumdadır.

Sosyalizm ve birey, daha doğrusu sosyalizm ve insan konusuna gelince, bu konuda epey konuşulabilir. Marx bugüne değin kapitalist toplumda insanın yabancılaşmasının en derin ve en ciddi eleştirmeni olmuştur. Kapital'deki meta fetişizmi bölümünün temel tartışması kapitalist üretim biçimi çerçevesinde insanın nasıl kendisiyle yabancılaştığını tanıtlamaktadır. Sosyalizm, kimliklerini yitirmiş bu insanlara kimliklerini geri verecektir. “Herkesten yeteneği kadar herkese ihtiyacı kadar” ilkesi bütünüyle her insanın toplumun maddi yaşamında kendi konumunu seçebilme ve belirleyebilme hakkıdır. Kapitalist toplumda insan onun düşünce ve eylemlerinden bağımsız gelişen kör ekonomik yasalara bağımlıdır. Söylediğim gibi burjuva düşüncesinde birey kimliksiz insan demektir. Kendine yabancı insan, bütün özgül özellikleri ve bireysel nitelikleri silkelenmiş ve bundan dolayı bir “baş” insan olarak şu ya da bu ekonomik ilişkinin canlı bir taşıyıcısı olabilir. Belirli bir metanın alıcısı ya da satıcısıdır. Esas olarak insanları tek tip yapan ve onları işbölümü sonucu elde ettiği örneklere benzetip standartlaştıran kapitalist düzendir. Bu düzende biz yaşama kişisel bakış açısı olan insanlar değil; belirli ekonomik konumları işgal eden kişileriz. Biz cansız metaların mübadelesinin canlı aracılarıyız. Bizi, en yakın duygusal ilişkilerde bile, toplumda bu konumlarımızla tanırlar. Ne iş yaparız? Alım gücümüz ne kadardır? Hangi sınıftanız? İşimiz nedir? Bu ekonomik konumumuzla, demek ki metalarla olan ilişkimize göre öbeklenip yargılanıyoruz. Kapitalist toplum bu öbeklerden her birinin yaşama biçimini belirlemiştir. Ne yeriz, ne giyeriz, nerede yaşarız, neden hoşlanıp neden korkarız, rüyalar ve kâbuslarımız nelerdir. Kapitalizm önce insani özellik ve kimliğimizi elimizden alıp sonra bize iliştirdiği standart ekonomik kimliklerimizle bizi birbirimizle karşılaştırıyor. Buna karşın, sosya-lizm insanın ekonomik zorluklarına el atıp onları alt ettiği bir toplumdur. Kör ekonomik yasaların pençesinden kurtulup kendi ekonomik etkinliğini bilinçli olarak tanımladığı bir düzendir. Karar insana aittir, pazara, birikime ve artı-değere değil. Bu, bütün toplumun kör ekonomik kurallarından kurtulması demektir, bu bireyin özgürlüğünün koşulu, insanlığının ve kendi kimliğinin ona geri verilmesidir.

Kapitalizmin bireyselliği övmesi gerçekte insanların atomize edilmesinin övülmesidir. İnsanlar yığını sonuç olarak akışkan ve şekillenebilir duruma gelirler. Sermayenin ekonomik gereksinimleri sonucu bir o yana bir bu yana fırlatılırlar. Dikkatle bakınız, burjuvazi nerede bireysellik ve bireysel hukuku anımsar. Piyasa mekanizmasının işleyişini bozabilecek her türlü toplumsal ve ekonomi ötesi istemleri bireysellik ve bireysel özgürlük tartışmasıyla sağlık sigortası, parasız eğitim, devlet okulları, yuvalar, genel gönenç, iş güvenliği vb. etkisizleştirmeye çalışır. Ayrıca sendika ve derneklere işçi örgütlenmelerine karşı da aynı tutumu benimser, çünkü bu örgütlenmeler hangi düzeyde olursa olsun bireyi atomize olmaktan kurtarır, işgücü satıcıları iş koşulları ve ücret taleplerini piyasanın çıplak denklemlerine dayatırlar. İşçi ve yurttaşın kendi insanlıklarını tam uygulayacağı yerde, kendi ilkelerinin konumundan insanı gereksinimlerini belirleyip kendi toplumları hakkında ekonomik kararlar verecekleri yerde, burjuvaziye göre bireyselliği çiğnemiş olurlar. Bu bile bireyin temel öğe olması olgusunu yeterince açıklar.

Sosyalizmin temeli insandır; gerek toplumsal ölçekte gerek bireysel ölçekte, sosyalizm insanın yazgısının yeniden insana devredilmesi hareketidir. Sosyalizm insanları zorunlu ekonomik ve önceden belirlenmiş üretim kalıplarının esaretinden kurtarma hareketidir. İnsanların sınıflandırılması karşıtı ve sınıfların ortadan kaldırılması hareketidir. Bu bireysel dışavurumun birinci koşuludur.

Soru: Sosyalist bir toplum rekabet ve bireysel dürtünün yerini neyle doldurabilir? Üretim ilişkilerinin sürekli gelişmesi, ürünlerin çeşitliliğinin artması ve niteliği, kapitalist çerçevede teknolojik devrimler biçimiyle de tanık olduğumuz teknik büyüme ve yenilikler, sosyalizmde nasıl güvenceye alınacaktır? Üretimin nicel ve nitel gelişimini ve insanın bu çabalarının süreceğini hangi mekanizma güvenceye alabilir?

Mansur Hikmet: Teknik ve üretim niteliğinin gelişmesi kapitalizmin icadı değildir, tıpkı insanların gereksinimlerinin üretimi gibi. Kapitalist toplum insanların yeniden üretme ve yaşam koşullarının daha iyiye gitmesi için özgün yöntemleri olan belirli bir örgütleme biçimidir. Bu belirli üretim biçiminde rekabet ve bireysel dürtü teknik ilerlemenin kaynağı değildir; tersine bu, insanla-rı pazara yöneltip harekete geçiren ve toplumdaki tüm toplumsal sermayeyi dahi zorunluluklarla baskı altında tutan taşıyıcıdır ve bir gözenek işlevini görmektedir. Emek üretkenliğinin sürekli artırılması, genel kâr oranının, sermayenin hacminin sürekli arttığı koşullarda, düşmesini önlemek için zorunludur. Bu toplumsal sermayenin gereksinimi, piyasa yoluyla rekabet zorunluluğu olarak, ayrı ayrı sermayelere aktarılmaktadır. Kendi tekniğini iyileştirmeyen sermaye devreden çıkar, bir sonraki halkada aynı rekabet biçimi üretim araçlarını üretenlerin arasında sürer. Bilgi, yenilik, bilimsel merak ve icatlar böylece, pazar yoluyla ve sermayeyi yaratanlar tarafından sağlanmış olur. İnsan her zaman bilgi, üretim biçiminin iyileştirilmesi ve kendi yaşam niteliğini yükseltmek peşindedir. Ama insanın bu çabası kapitalist toplumda kâr ve sermaye birikimi çevresinde örgütlenir. Kapitalizmin, önceki üretim biçimlerine göre, bilimsel ve teknik etkinliklerinin alanını genişlettiği yadsınamaz. Ama insanın bilimsel ve teknik etkinliğinin belirli biçimini bu etkinliğinin kaynağıyla karşılaştırmamak gerek. Gruplar ve bireylerarası rekabet ve maddi dürtüler insan araştırması etkinliği ve yenilikçiliğinin kaynakları değildir. Bunlar, kapitalizmin ancak onlarla insanının sürekli çabasını geçinme çabasıyla aynılaştıran belirli kalıplardır.

İster kapitalizmde olsun ister başka bir düzende biz icatlara gereksinim duyarız. Kapitalizmde bu gereksinimleri tanımlayan ve giderek metaların alanını belirleyen şey piyasadır. Bu gereksinimleri üreten sermayeler kâr eder. Bu kapitalist denklemlerin özünde uzmanlar kendi bilimsel ve teknik projelerini bulurlar, toplanan olanakların hangi bölümünün bilimsel ve teknik ilerlemeye ayrılması gerektiği belirlenir, öncelikli olan alanlar tespit edilir. Sosyalizmde piyasa, rekabet ve kişi çıkarı söz konusu değildir, ama insan ve bilimsel araştırma, yaşam standardının yükselmesi ve yenilikçilik olduğu yerde kalır. Yanıtlanması gereken önemli soru, pazar yokluğunda, toplumun bilimsel ve teknik gereksinimlerinin, önceliklerin seçilmesi, kaynak ayırımı ve bilimsel teknik araştırmaların nasıl örgütleneceğinin ve hangi mekanizmayla, anlaşılıp belirlenmesidir. Bence, bu, önemli bir Marksist araştırma alanı oluşturur ve benim bu konuda verebileceğim belirli ve hazır bulunan bir yanıtım yok. Yalnızca aklıma gelen bazı ana çizgilere değineceğim.

Birinci derecede dikkat edilmesi gereken nokta sosyalist toplumun açık ve bilgili oluşudur. Sosyalist toplum yurttaşın sürekli olarak yaşamın farklı alanlarındaki gereksinimler ve dar geçitlerinin bilgisiyle doyurulacağı, küresel çapta insan etkinliğinin biçimi konusunda bilgi-lendirileceği bir toplum olacaktır. Ayrıca yurttaş bilimsel ve teknik görüşmelerin de izleyicisi olacaktır. Bu bilginin akışının ve herkesin eline geçmesinin örgütlemesi bugünkü teknolojiyi göz önünde bulundurduğunuzda dahi olanaklıdır. İkinci olarak, sosyalist bir toplumun insanları bugünkü insanlara göre daha yüksek bir bilimsel düzeye sahip olacaklardır. Bilgiden yararlanma ve bilimsel etkinliklere katılım belirli bir zümrenin elinde olmayacak, bunlar insanların temel haklarından sayılacaklardır. Tıpkı okuma yazmanın bir zamanlar bir kesimin ayrıcalığı olup, bugün ise herkesin bildiği bir şey olması gibi... Bugün dahi, örnek olarak, gelişmiş toplumlarda bilgisayar ve hatta onun görece karmaşık kullanımının yaygınlığına tanık olmaktayız. Bu, tabii ki sosyaliz-min genel bilimsel kapasiteyi artırması ve insanlara sağlayacağı bilimsel etkinliğin gereçleri ve olanaklarıyla karşılaştırılamaz.

Bir gereksinimin bilincinde olup onu karşılayabilme yeteneğinin onun pratik giderilmesine koyulma anlamına gelmediği söylenebilir. Bireysel çıkar dürtüsünün yokluğunda, insanları sürekli ve sıkışık bilimsel ve teknik etkinlik alanlarına yöneltecek olan nedir? Burada artık insanın tinsel özellikleri ve onun toplumsal ilişkileriyle olan bağlantısına dönülmelidir. Kapitalist kalıbın insan imgesini sosyalist örgütlemenin insan dürtüsünün başlangıç noktası olarak alamayız. Kapitalizm çıkarcılık ve bireysel rekabetçilik konularında yatırım yapar ve kapitalist ekonominin işleyişini sağlayabilmek için genel olarak bu özellikleri geliştirip insanları bu yönde eğitir.

Sosyalizmin temeli ise insan sevgisi ve insanın toplumsallığıdır. Sadece bilimsel araştırıcılığı değil, sosyalizmin hiçbir başka ülküsünü de, insanların zihinlerini temizlemek ve kapitalist atmosferde oluşmuş önyargılarından arındırmaksızın gerçekleştirmek olası değildir. Burada insanın doğasına ilişkin tartışmaya girmek istemiyorum. Gerçi bireysel olarak insan sevgisi ve toplumsallığın, rekabet ve bencillikten daha temel özellikler olduklarına inanıyorum ve bu gerçek, bu geri kalmış, önyargı dolu toplumlarda bizce defalarca kendisini başka görünüşlerle dışa vurur. Hâlâ kendi sınırlarının ötesine taşabilmek için inanlar bu onurlu ve insancıl özellikler ve duygulara el atarlar. Sosyalizm her halükarda tüm öteki toplumsal düzenler gibi kendine uygun insan tipini yetiştirecektir. Herkesin iyiliğinin hemcinslerinin yaşam koşullarının gelişmesi için ortak çabada ve bilimsel, ekonomik ve pratik araştırmalarının dürtüsü olduğu bir dünya tasarımı çok da çetin bir iş sayılmaz.

Üstünde durulması gereken bir başka nokta var: Kapitalizmin bir endüstri devrimi sonucu ortaya çıktığı, buna ek olarak kendinden önceki ekonomik sistemlere göre toplumun teknik alanında göz alıcı ilerlemeler sağladığı bir gerçektir. Ama teknik dönüşümlerin özünde, insan toplumunun teknik kapasitesinin gelişmesinde felç edici ve gerici kapitalist damgayı görebiliriz. Bu toplumda teknoloji, burjuvazi için, hem kârlılığını, hem de siyasi egemenliğini koruyabilmeye yarayacak alanlarda gelişiyor. Savaş teknolojisinin büyük gelişmişliğine karşın, tıp, sağlık, eğitim, konut üretimi, tarım vs.nin ciddi teknik geri kalmışlığıyla karşı karşıyayız. Dünya insanlarının büyük bir bölümü gündelik yaşamlarında bu teknolojik ilerlemenin sonuçlarından yararlanamıyorlar. Sosyalizmin teknik imgesi bugünkü kapitalizmden kesinlikle farklı olacaktır, çünkü temeli insanların yaşamını iyileştirme olan bir toplumun teknik öncelikleri, pusulasının kâr olduğu bir toplumdan kesin biçimde ayrı olacaktır.

Soru: Bugün komünistlerin proleter devrimler dönemi olarak tanımladıkları 20. yüzyılın bu son yıllarında, sosyalist toplum, yüzyılın başında olduğu gibi hâlâ uzak bir ülkü. Bir Marksist ola-rak siz bu başarısızlığı nasıl açıklıyor ve proleter devrimin ve sosyalist toplumun pratikte gerçekleşmesi konusunda hangi perspektife sahipsiniz?

Mansur Hikmet: Komünizm ussal bir örnek ya da insani bir ideal olarak, sırf istenilen ve ussal olduğu için gerçekleşecek değildir. Marx'ın sosyalist ve ortaklaşmacı hareketlerin tarihine bir katkısı, komünizm ülküsü ve onun gerçekleşme perspektifini belirli bir sınıfın savaşımına, yeni kapitalist toplumdaki ücretli sınıf savaşımına bağlamış olmasıdır. Sosyalizmin zaferi ancak ve ancak işçi sınıfı hareketinin sonucu olabilirdi ve olabilir. Öyleyse, denilebilir ki sosyalizmin gerçekleşmemesinin nedeni temelde 20'li yılların ikinci yarısından sonra SB'deki gelişmelerin sonucunda komünizmin resmi yatağının, sınıfsal ve toplumsal konumlarının değişmesidir. Rus devrimi ve onun yazgısı, bana kalırsa, en belirleyici role sahiptir. Ekim Devrimi işçilerin sosyalizm için devrimiydi ve sosyalizmin genel spektrumunda işçi radikalizminin ve enternasyonalizmin temsilcisi olan Bolşeviklerce yönetildi. Ekim Devrimi'nin siyasi zaferi, II. Enternasyonal deneyine karşı SB'de komünist bir kutup oluşturdu ve küresel çapta komünist pratik ve komünist parti ve hareketlerin onunla iç içe geçmelerini sağladı. Sovyet devletinin kurulması ve köktenci işçi sosyalizmi ufkuyla belirlenmiş bir Enternasyonalin kurulması komünizmin bir işçi sınıfı hareketi olarak bu yüzyılda ulaştığı en yüksek nokta oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, bu kutup ne yazık ki bir komünist kutup olarak varlığını sürdürmedi. Sovyet ekonomisinin perspektifine ilişkin tartışmalar boyunca, işçi komünizmi, nasyonalist ufuk ve politikalar karşısında geri çekildi. Genel olarak Sovyetler Birliğinde sosyalizmin gelişme yolu tespit edilerek gerçek işçi komünizmi etkisizleştirildi ve daha sonra tek tek tüm cephelerde komünistler ve işçiler adım adım geri itildi. Bir işçi devriminin bütün itibarı, dünyanın en uzak köşelerinde bile on yıllar boyunca dünya devrimci hareketini etkileyen, burjuva sosyalist bir kutbun sermayesine dönüştü. Resmi komünizm olarak burjuva bir SB'nin oluşması, işçi komünizminin genel olarak kenara atılmasına neden oldu, hatta bu burjuva sosyalizmi hegemonyasını sorgulayan ciddi partiler dahi işçi sosyalizmi geleneği içinde yer almıyordu.

Proleter olmayan sosyalizm her zaman sosyalizmin genel geleneğinde canlı bir durum ve toplumsal eleştiri olmuştur. Sovyet deneyiminden önce bu eğilim işçi sosyalizmi yanında ve onun-la sürtüşerek varlığını koruyordu ve biliyoruz ki Marx ve Engels "komünist” sözcüğünü, kendilerinin işçi sınıfı sosyalizminden yana olduklarını ve düşüncelerinin bu sınıfa ait olduğunu belirmek için seçmişlerdir. Ama Sovyet deneyimi ile proleter olmayan sosyalizm, geniş ve belirleyici bir ölçüde tescil edildi ve işçi komünizmi bir eğilim olarak dahi sosyalizmin yazgısında etkin bir öğe olmaktan çıktı.

Bana göre temelde 20'li yılların bitimiyle komünizm raydan çıktı. Bu sefer Sovyet sorununun kendisi, kapitalizm sorununun yanı sıra, işçi komünizmi açısından temel bir güçlük olarak ortaya çıktı. Bir ülkü olarak sosyalizmin şimdiye değin başarıya ulaşmamış olmasının gerekçesi, bu ülküyü gerçekleştirebilecek tek hareketin ulusallaştırılarak güçsüzleştirilip bozguna uğramasıdır. İşçi komünizmi günümüze değin Sovyet deneyimi yüzünden belini doğrultamamıştır. SB'nin deneyiminden konuşurken, bir ülkenin sınırlarıyla belirlenmiş yerdeki olaylardan söz etmediğimi eklemeliyim. Bir köylü ülkesinin ulusal eğilim ve ülkülerinin ince bir örtüsü olarak Çin komünizminin belirmesi, emperyalizme bağımlı ülkelerde militan sol popülizmin oluşması, yeni sol ekolünde öğrenci solu ve liberal solun ortaya çıkması ve Troçkizmin Batı Avrupa'da belirginleşmesi, Avrupa Solu (Euro Communism) vb.nin oluşması, her biri sosyalist-benzeri işçi sınıfına ait olmayan hareketleri temsil eden bu akımlar, Sovyetlerdeki işçi sınıfı devriminin yenilmesinden sonra ortaya çıkmış yan ürünlerdir. Bu deneyimin yokluğunda, kanımca, işçi sosyalizmi bu devingenliği yanıtlayabilir, işçi sosyalizmin ve sosyalist savaşımın ve Marksizm'in asıl ve doğru yatağı olarak konumunu koruyup bekleştirebilirdi. Proleter olmayan sosyalist-benzeri, komünist nitelenen ve Marx adına ortalığa fırlayan hareketler, bana kalırsa, toplumdaki gerçek komünizmin temellerini güçsüzleştirdiler. Bu arada ilk kurban, Marksizm ve onun kapitalist topluma yönelttiği eleştiri oldu. Bu düşünceyi keskin ve alt-üstü edici özünden ayırdılar, Marksizm'in köktenci eleştirisine karşı, reformist bir mızmızlanmalar yığını ve hatta bazen gerici ve arkaik düşünceleri bu başlık altında sundular. Marx'ın derin bilimsel yöntemi ve gerçekliğini başkalaştırıp Marksizm'i bir klişeler deposu ve toplumun bazı ereklerinin gerçekleşmesini dile getirecek göksel ayinlere çevirdiler. İş öyle yere vardı ki Marksizm demokrasiyi eleştirir dediğinizde, nasyonalizmle çelişiyor, ekonomik devrimi temel saymakta, ücretli emeğin lağvını ister, ulusal kültür ve etnik kimliklere ağıt yakmaz, din düşmanıdır, vb. dediğimizde, “yenilikçilik” yapıyormuşuz gibi oluyor. İşçi olmayan işçi karşıtı sınıfların sosyalist-benzeri eğilimleri sosyalizm ve komünizm olarak izlenmiş, uzun bir süre için işçileri sendikacılık ile sınırlamış hatta onları geniş ölçüde egemen sınıfların sol kesiminin temsilcisi olan sosyal-demokrasiyi izlemeye itmiştir. Yalancı sosyalizmler, SB'deki gibi işçi önderlerini katletmemişseler de, işçi ve komünizmin ilişkisinin geniş ölçüde kopmasına neden olmuşlardır. İster SB, Çin ve Arnavutluk'taki gibi, propagandatif, kapalı ve baskıcı toplumların sosyalizm adıyla işçiye sunulması olsun, ister kapitalizmin egemenliği altında ya da Batı ülkelerindeki gibi komünizm ve sol radikalizmin içeriksiz gürültülü patırtılı aydın muhalefetiyle özdeşleştirilmiş olsun, sonuç işçiyi komünizmden uzaklaştırmak ve komünist işçinin sınıf içinde susturulmasından başka bir şey olmamıştır. Bu eğilimlerin varlığı sayesinde burjuva bir dünya savaşına karşı durabilecek ya da Rusya ve Almanya gibi ülkelerde devrime yol açabilecek olan komünizm, uzun bir dönem için düzene karşı reformcu çabalar ve mızmızlanmalara dönüştü. Bugün bu sahte komünizmlerin çöküşü ile komünizmin işçi olmayan kesimlerde sempatisini yitirmesiyle yeni bir çevrim kapanmak üzeredir.

Bundan dolayı niçin bu yüzyılda sosyalizm kazanamadı diye sorduğumuzda, karşılığında “hangi sosyalizm zafere ulaşmalı?” diye sorarım. Bizim sosyalizmimiz, işçi sosyalizmi, SB'de nasyonalist çizgiden aldığı yenilgilerden sonra, uzun bir süre için çağdaş toplumu dönüştürecek yeteneğini yitirdi. Sınıfsal gücünü sendikalizm, sosyal-demokrasi ve reformizme kaptırdı ve keskin eleştirisi bu sosyalist-benzeri tahriflerin yıkıntıları altında gömülü kaldı. Bugün yeni yeni, hem de işçilere ve sosyalizme yeni bir saldırının ortasında, bu deneyimden sonra belimizi yeniden doğrultuyoruz. Sonuna bir noktayı ekleyeyim, ben komünizmin zaferini tarihsel gidişin kaçınılmaz sonu olarak gören komünistlerden değilim. Sosyalizmin gerçekleşmesi sınıf savaşımının sonucudur, bu savaş, utkuyla bitebileceği gibi yenilgiyle de bitebilir. Bırakın komünizm ve özgür toplumu; bu mücadelenin sonucu bizim kuşağımızın belki daha önce tanık olmadığı boyutlarda burjuva barbarlığı da olabilir. Buna karşın demin sözünü ettiğim çevrimin bitimi ve günümüzün işçisinin bugünkü toplumun ölçüsünde elde ettiği büyük güçten dolayı sosyalizmin geleceği konusunda iyimserim. Her halükarda bunun gerçekleşmesi komünistlerin ve komünizmin toplumsal pratiklerine bağlıdır.

Soru: Sosyalist toplumun işleyen bir örneği ya da kanıt yokluğu sonucunda, genel olarak komünistler artık muhalif istemleriyle tanınıyorlar. Acaba sosyalist toplumun görünümünü daha belirgin açıklamak gerekmez mi? Acaba bir toplumdaki ekonomik ve politik bir sosyalist örgütleme için daha pratik planlara gerek yok mu?

Mansur Hikmet: Yüzyılın başında bu soruyu bir Marksist'e sorsaydınız eğer, vereceği yanıt, “biz komünistlerin görevi ütopya kurmak ve örnek geliştirmek değil; var olan toplumsal düzen ve onun tanımlanabilir kurumlarına karşı devrimci örgütlenmeyi geliştirmektir” türünden olurdu. Bizim amaçlarımız açıktır ve işçi devriminin gidişi bu amaçlarının gerçekleşmesinin pratikteki biçimini oluşturacaktır. Bence, bu yanıt, bugün de esas olarak doğrudur. Buna rağmen iki etmen, biri doğru biri yanlış biçimde, birçok kişinin “sosyalizmin pratik örneği” tartışmasını ciddi ve gerekli olarak görmelerine neden oluyor. Birinci olarak SB, Çin ve Arnavutluk vs. örneklerinde, sosyalizm adı altında sunulan şeyin komünizm ile yabancılığının gösterilmesi gerektiği olgusu pratik alternatiflerin oluşturulmasını gerektiriyor. Bu gerekliliği belirli bir ölçüde doğru kabul ediyorum. Ama ikinci etmen solun ve özellikle Batı Avrupa solunun boyun eğmiş olmasıdır. Parlamenter alan birçok sözüm ona komünist ve sosyalist parti ve güç için siyasi güce karşı temel savaşım alanına dönüşmüştür. Var olan düzenin eleştiri ve yadsınmasına dayanan devrimci savaşıma karşın parlamenter savaşım genel olarak kanıt-örnek isteyen tartışmaların çevresinde oluşur. Bu, tam olarak, devrim ile reform arasındaki ayrımdır. Reformu açıkça dile getirmeli. Oysa devrim var olan duruma karşı bir harekettir, yani toplumda denge ve arayışların kurulması için... Devrimci hareket, ilkelerinin pratik biçimlerini, var olan durumun ortadan kaldırılma sürecinde tanımlar. Oysa reformist bir hareket, parlamenter bir sistem içinde reform hareketini oy toplamak için açık seçik belirlemelidir. Kapitalist sistem de somut örneklendirmeler sonucu oluşmadı, tam tersine eski düzenin eleştirisi ve politik ve ekonomik özgürlüklere ilişkin sloganların ortaya atılmasıyla geçekleşti. Buradan yola çıkarak, bence sosyalizmin erişebilir ve belirli bir siyasal ve ekonomik platform olarak sunulmasında abartılı davranıldığı görülüyor. Bence komünizm kendi sınıfının gücünü çekebilmek için eleştirel bakış ve ülkülerini sınıf içine taşımalı, göz önünde bulundurduğu toplumsal tasarımı ana hatlarıyla belirlemeli ve aynı zamanda canlı, siyasal bir güç olarak toplumda süren savaşımlara katılmalı ve reform için açık ve pratik platformlara sahip olmalıdır.

Yapılması gerekenler öncelikle sosyalist ereklerin anlamını açıklığa kavuşturmak, ikinci olarak bu ereklerin olabilirliklerini tanıtlamaktır. Örnek olarak, önce burjuva mülkiyetin ortadan kalkmasının devlet mülkiyeti ile aynı şey olmadığını egemen kılmalı, daha sonar ise üretim araçlarının insanlarca toplu denetiminin olanaklı olduğunu göstermelidir. Ya da ilkin sosyalizmin parasız ve ücretli emeğin olmadığı ekonomik bir düzen olduğu açıklanmalı sonra da emek gücünün metalaşmadan üretimin örgütlenebileceğini göstermelidir. Yapılmaması gereken şeyse sosyalist bir toplumun ayrıntılı bir şemasının çizilip halka dağıtılmasıdır. Sosyalist toplumdaki idari düzenleme, siyasal ekonomik biçim tarihsel hareketin içinde belirginleşip somutlandırılmalıdır. Görevimiz ütopyacılık ya da kurgu üretmek değil; sosyalist toplumun var olan düzenden hangi yönden ayrıldığını tanıtlamaktır. Örneğin biz devletin işçi devriminden sonra sönmesini devletin sınıflı toplumdaki maddi temellerini açıklayarak sınıfsız bir toplumun bu kuruma gereksinimi olmadığını göstererek tanıtlarız, yoksa bunu şu ya da bu partinin devlet dairelerini adım adım nasıl kapatacağına ilişkin pratik programını içeren bir broşürle değil.

Soru: SB ve Doğu Bloğunun siyasal ve idari sistemini, ekonomik sistemi gibi, komünizmin doğal ve kaçınılmaz sonucu olarak gösteriyorlar. Komünizmi "totalitarizm” ve siyasal özgürlüklerin yokluğuyla örtüştürüyorlar ve böylece de halkın ülke yönetimine katılmasının tek gerçek ve olanaklı yolunun Batı tipi parlamentarizm ve çoğulculuk olduğu sonucuna varıyorlar. Birincisi, bu iddianın doğruluk payı nedir ve ikinci olarak, komünistlerin halkı yönetime katma seçenekleri olan konsey demokrasisinin, bugünkü karmaşık toplum örgütlenmesiyle ne denli örtüşüyor ve nereye kadar olanaklıdır? Ve son olarak acaba sosyalizmin siyasal düzeni tek parti düzeni mi?

Mansur Hikmet: Birinci olarak SB ve Doğu Bloğundaki siyasal ve hukuksal rejim, bu ülkelerdeki var olan ekonomik düzenin üst yapısını oluşturuyordu ve bu sosyalizmin, komünizm ve Marksizm ile en ufak bir ilişiği yoktu. Bu, Ekim Devriminin doğal sonucu olmadığı gibi, bu devrimin siyasal kazanımlarını yıkmakla ve bu devrimle elde edilmiş geniş siyasal özgürlükler alanını boğmakla olanak kazandı. İkinci olarak parlamentarizm, varlıklı sınıfların belirli bir yönetim biçimidir. Milyonlarca insanın yaşamını ilgilendiren kararların, parlamento dışı küçük bir siyasal, ekonomik, askeri ve kimseye hesap vermeyen elit grup tarafından alındığı olgusunu bir kenara bıraksak dahi, parlamentonun da halkın ülke yönetimine katılma aracı olarak tanımlanması çok güçtür. Dört beş yılda bir, renkli kâğıtlar, posterler ve vaatleri ile birlikte insanların başına üşüşüyor, oylarını toplayıp işlerin peşine giderler. Parlamenter rejimin bu iddiasını kabul edersek, on yıl boyunca batı toplumları insanların kendi oylarıyla kendi toplumsal gönenç tuğlalarını birer birer sökmekte oldukları, kendi elleriyle kendilerini işsiz ve haklarından yoksun bıraktıkları tuhaf sonucuna varırız. İngiltere halkının niçin kendilerini kelle vergisiyle yükümlü kıldıkları bilinmemektedir ya da Amerikan halkının hangi kurumunda körfeze asker gönderip savaş çıkartılması ve insanların can ve malının savaşa ayrılması lehine oy verdikleri bilinmiyor. Bu iddialar şakadır. Parlamenter sistem, halkın birkaç yılda bir egemen sınıfların rengârenk eğilimlerinden birini sırtlarına bindirdikleri bir düzendir. Doğal olarak bu düzen bilmem hangi generalden ya da açık polis devletinden daha iyidir, ama bunun halkın dolaysız yönetime katılması olarak tanımlamak açıkça abartılıdır. Üçüncüsü, polis rejimleri ve cuntaları gibi, parlamento da kapitalizmin doğal ürünüdür. Bütün dünya kapitalist egemenlik altındadır buna karşın, hilesiz oylamalar sonucu oluşan parlamentoların sayısı parmakla sayılacak kadardır. Kapitalizmde politikadan konuşan kişi, Markos, Şah, Franko, Pinochet, Humeyni, Saddam, Papadok, Bibidok, Evren, Hitler ve Mussolini'nin de bu düzenin ürünleri oldukları unutmamalıdır. Burjuva çoğulculuk burjuvazinin toplumdaki siyasal ve ekonomik konumunun güçlü olmasının bir fonksiyonudur. Bu gücün tehlikeye girdiği her yerde kendileri parlamento ve partileri rafa kaldırıp bu tür baskıcı hükümetlere bel bağlamışlardır.

Acaba sosyalizm tek partili bir yönetim biçimi mi? İşçi devriminin nihai ereği olarak komünizm, siyasal bir organ olarak devlet kurumundan yoksundur. Ama böyle bir duruma geçmek için işçi sınıfının yönetimi ele geçirmesi gereklidir. İşçi yönetimi, temelde parti yönetimi değildir. İşçileri içine alan kurumların yönetim biçimidir. İşçi hükümeti komünist-işçi partisi hükümeti değil; konseyler, işçi yığınının dolaysız eylem organları ve yurttaşların yönetimidir. Doğal olarak bu düzende konseyleri kullanarak kendi gözettikleri programları yaşama geçirebilmek için partiler özgür olmalıdırlar. Komünist-işçi partisi etkin bir konuma sahip olmak istiyorsa bunu işçilerin ve onların etkili önderlerini kapsadığından ve bir güç olarak toplumda yükselebildiği için yapmalıdır. İşçi yönetimi tek partili bir yönetim değil ama partilerin yönetimi ele geçirebileceği bir rejim de değildir. Buna ek olarak, diğer noktalarda olduğu gibi bu da benim kişisel görüşümdür, işçi hükümeti ideolojik değildir. Özgür bir toplumun resmi bir ideolojisi yoktur. Marksizm ve komünist bakışı toplumun bilinçliliğinin bir temeli olarak yaygınlaştırmak komünistlerin görevidir. Doğrudan konsey halk demokrasisinin devrilip eski egemen sınıfların gücü ele geçirmek için çalışan partilerin özgürce etkinlik gösterip gösteremeyeceği sorunu, konseylerin kendi gününde, duruma göre karar verecekleri bir konudur. Sorun her halükarda özgür etkinliklerine izin vermek ya da onların baskı altında tutma seçeneklerinden hangisinin onların kökünü kazımaya daha çok yarayacağıdır.

Acaba konsey sistemi bugünkü karmaşık toplumla örtüşür mü? Bana göre, tam da konsey sistemi ile, eş deyişle, yurttaşların yöreselden genele kadar dolaysız katılımlarına dayanan bir sistem ile, bugünkü dünyada karmaşık ekonomik ve işbölümü ile halkın sürekli yönetime katılmaları sağlanabilir. Parlamenter rejimde, politika ve idarecilik, halktan uzak bir uzmanlığa dönüşür. Konsey modelinde her konseyin güç alanı pratik etkinliğinin çerçevesi ile uyum içindedir. En temelden ve en merkezden en genişe kadar, konsey yapısı farklı düzeylerde bulunan insanların yönetime katılmasını ve onların etkin denetimini sağlıyor. Parlamenter sistem burjuva bir oligarşinin yönetim gücü için bir örtüdür. Konsey sistemi, halkın doğrudan katılımı için dolaysız bir kaptır.

Soru: Doğu Bloğunun çöküşünün sonuçlarından biri particilik ve parti etkinliğinin solcular arasında zayıflamasıdır. Eski Doğu Bloğunda kendi kendilerini fesheden ya da komünizme bağlılık biçimsel söylemini bir kenara bırakın partiler dışında, dönemimizi partileşmek dönemi saymayan ve kuramsal etkinlikte bulunmayı ya da temel hareketlerde sosyalist öğeler olarak bulunmak gerektiğini savunan köktenci bazı solcular da var. Böyle bir yorum konusunda görüşleriniz nelerdir? Buna ek olarak siz kendiniz eskisinden daha güçlü bir Marksist ve işçi partisi olarak etkinlikte bulunmak isteyen bir partinin kurucularındansınız. Komünist bir işçi partisinin bu koşullarda kurulmasının tuhaf ve gülünç karşılanacağına inanmıyor musunuz?

Mansur Hikmet: Her zaman sosyalizm ve örgütleme ve hatta büyük ülkülere sahip olma konusunda omuz silkeleyenler olacaktır. Sosyalizm ve işçinin yerilmesi, burjuva toplumda her zaman ödüllendirilmiştir ve belki de bugün daha büyük bir grup medyada, üniversitelerde ve farklı idari birimlerde bu onurlu işle meşguldürler. Bunlar bizim sorunumuzu oluşturmuyorlar. Dönemimizi partileşme dönemi saymayan ama sosyalist etkinliğin gerekliliğinin ayırdında olan köktenci solcular konusunda birkaç noktaya değineceğim. Ben de kuramsal Marksist etkinlik ve temel işçi hareketleriyle ilgilenmenin önemli olduğuna inanıyorum. Benim vurgum burada “Marksist” ve “işçi” sözcükleri üzerindedir, çünkü birçok solcu için kuramsal etkinlik ya da temel hareketin bu belirli anlamları içermediğini ve birçok durumda söylemek istedikleri kültürel etkinliklere katılma ve örneğin azınlıkların hakkını koruma, çevreyi koruma, siyasal sistemin demokratikleştirilmesi gibi etkinliklerdir. Bana kalırsa solcuların bu etkinliklere katılmaları gerekir ama özellikle dönemimize bunları temel hareketler ya da kuramsal etkinlik saymak olanaklı değil-dir. Ama kuramsal Marksist etkinlik ve temel işçi hareketinde bulunmak isteyen biri için bile partileşmekten kaçınmak temel (büyük) bir yanılgıdır. Siyasal partilerin yerini, dernekler, cemi-yetler, ekoller ve önemli kişilikler dolduramaz. Benim görüşüme göre komünist, eş deyişle tüm sınıfsal bir seçeneği bütünselliği içinde egemen sınıfların karşısına çıkarabilecek komünist işçi partileri olmaksızın, değişik alanlardaki etkinlikleri birbiriyle ilişkilendiren ve savaşıma bütün kapitalist egemenliğine saldıracak bütünsel bir yön kazandıran partiler olmaksızın şu ya da bu dernek ya da sosyalist unsurun etkinliğinin uzun süreli bir etkisi olmayacaktır. Özellikle komünist-işçi partilerinin yokluğunda, dernek ve cemiyetlere bağlı sosyalist hareketlerin eleştirel ve köktenci olarak kalacaklarına inanmıyorum. Burjuva toplumu bunları da sindirip kendine benzetir. Dünya “alternatif etkinlik” gösterme ereğiyle kurulan ancak daha sonra bu etkinliğin geleneğe dönüştüğü dernek ve cemiyetlerle dolu. Köktencilik, sınıflar savaşımında işçi sınıfının bulunduğu konumun bir fonksiyonudur. Bu, artık, birinci derecede komünist-işçi partilerinin varlığını gerektiren bir alandır.

Sanırım tanık olduğumuz partiden kaçmanın nedeni burjuvazinin genelde komünizme karşı başlattığı saldırının sonucudur. Komünizm yasa dışı ilan edildiğinde ve komünistler kovuştur-maya uğradıklarında komünist partiler üye yitirir ve bazen da pratikte feshedilir. Bunu herkes kavrıyor. En azından görünürde bugün batın komünizmi yasaklamıyor, fakat burjuvazinin sosyalizme karşı başlattığı propaganda savaşının, bunun yanında milyonluk işsiz ordusu ve işçi sınıfına karşı başlattığı ekonomik saldırının, buna benzer bir etkisi vardır. Birçok kişinin böylesi koşullarda sosyalist örgütlenmelerden kaçmasını anlamak kolaydır. Bundan dolayı bu dönemin “partileşme dönemi olmadığı” biçiminde formülleşen derin kuramlarına pek değer vermem. Açıklanabilir ve kavranabilir hareketleri için daha karmaşık ve felsefi nedenler yaratmak insanın özelliğidir. İşçi ve komünizm mengene altından çıkınca yine “partileşme dönemi” başlar. Bence bu geri çekiliş geçicidir ve Fransa, Almanya, Rusya hatta belki de Amerika'nın işçi sınıfının muhalif hareketi, gelecek birkaç yıl içinde, bu düşünsel atmosfere bir son verecektir.

Soru: Bizzat Batı'da da önemli gerici yönelişlerle karşı karşıyayız. Refah devletinin son tuğlaları da yerlerinden sökülüyor ve bir o kadar da toplumun, bireyin gönenç ve ekonomik güvenliği konusundaki sorumluluğu sorgulanmaya başlıyor. Nasyonalizm, faşizm, ırkçılık ve din harekete geçmiştir. Buna paralel olarak, örneğin kendisini batı militarizmi ve askeri tecavüzcülüğünün onaylanmasında, işsizlik ve yoksulluğun geniş boyutlarının gerekçelendirilmesi, etnik ve dinsel dogmaların güçlenmesi, yozlaşmış ve devlete bağımlı jurnalizm türünden eylemlerde dışa vuran büyük tinsel bir gerilemeye tanık oluyoruz. Bu yolun sonu nedir? Acaba bu gerilime tarihsel bir dengeye ulaşıp uzun bir süre içinde resmileşecek mi yoksa geçici ve dönemsel midir?

Mansur Hikmet: Bence, son çözümlemede, bu yolun sonunu işçiler ve sosyalistler belirler. Bütün burjuva eğilimlerinin bu geri çekilişin sonuna kadar yaşanmasını istediği anlamında değil; ultra-gerici bir siyasal üstyapının oluşması anlamında. Bana kalırsa ırkçılık ve faşizm, aşırı sağın göz önünde bulundurduğu boyutlarda, burjuvazinin kendi içinde dahi kesin bir popülariteye sahip değildir. Ama gerçek şu ki, burjuvazinin göz önünde bulundurduğu uzun vadeli ve daha kalıcı bir denge her halükarda bugünkü konumun çok daha sağında kurulacaktır; dahası, durum burjuvalara bırakılırsa gelişmeler ve gerilemeler ve dengenin sonunda ortaya çıkan süreçte birçok savaş çıkacak ve çok kan dökülecektir. Faşizm, ırkçılık, militarizm, din ve nasyonalizm muhafazakâr ve orta kanatları sırtlayan, işlevlerini yitirince çekip giden eğilimler değildir. Bugün özgürlük ve adalet köktenci istemlerini bastırmak için, kendi sağcı konumlarını Yeni Dünya Düzeninin ilkeleri olarak dayatmak için bu yönelimlere yaşama ve gelişme izni veriliyor. Belki yıkıcı bir savaşın ya da insanları fırınlamaya bir adım kala freni çekebileceklerini düşünüyorlardır. Gerici hareketlilik bu denli kara bir tablo ortaya çıkarmıyorsa da yeni denge konumuna değin gidilecek yol, bu dönemde yaşayacak kuşak için çok çetin olacaktır.

Bence bu gidişi en önde işçi sınıfı ve toplumun sosyalist gücü önleyebilir. Günümüz Avrupa'sında, faşizmin yükselişi ve ona karşı oluşan tepkilerin de bir parçasını oluşturduğu, çalkantılı siyasal bir atmosfer ortaya çıkmaktadır. Bu ülkeler yavaş yavaş 80'li yılların rehavetinden kurtuluyor. Toplum bir daha kutuplaşmaya ve siyasallaşmaya doğru yol alıyor. Bana kalırsa bizzat bu koşullar yeni bir sol ve eylemci bir işçi sosyalizminin batı Avrupa'da ortaya çıkmasının temelini kuruyor.

Buna rağmen hala, faşizm, ırkçılık, nasyonalizm ve genel olarak aşırı sağın etkinliğinin artmasını önlemenin ekonomik alanda “gönenç kapitalizminin” ortadan kaldırılmaya yönelik çabalara karşı çıkmaktan daha olanaklıdır. 60'lı ve 70'li yılların mirası olan ekonomik biçimlere karşı burjuvazinin saldırısı siyasal alandakinden daha güçlü ve daha süreklidir. Bu konuda burjuvazinin farklı kesimleri arasında daha büyük bir görüş birliği de sağlanmış durumda. Doğal olarak bizzat bu ekonomik saldırı toplumun özbilincinin ve yurttaşın konumunun temelli biçimde gözden geçirilmesine neden olacaktır. Bu gidişin sonunda sıradan insan, eş deyişle emeğini satarak geçinen insan, bugünden daha hukuksuz, daha kişiliksiz, insan onurundan daha yoksun ve daha mahrum olacaktır. Tıp özelleştirip muayene ve ilaç giderleri “tüketiciye” yüklenirken, görünürde ekonomik bir program izleniyor. Ama bu süreçte sağlık hakkının mülkiyet ve gelire ilişkin bir hak olduğu gerçeği olumlanıyor ve resmileştiriliyor. Eğitim, eğlence vb. de öyle. Bu gibi görünürde “faşizan” olmayan ideolojik, siyasal ve hukuksal gerilemeler, daha uzun erimlidir ve bunlara karşı mücadele aşırı sağcı dışavurumlarına karşı mücadeleden daha zorludur.

Soru: Böyleyse acaba siz faşizm ve ırkçılığı Batı toplumu için önemli bir tehlike olarak görmüyor musunuz?

Mansur Hikmet: Şöyle diyelim, Alman deneyi faşistler için kolay değildir. Toplumun sol hatta merkez kesimleri böyle bir sürece çok büyük tepkiler göstereceklerdir. Aşırı sağın gelişme olanağı Almanya, Fransa ya da eski SB'nin bazı cumhuriyetlerinde daha fazla, Amerika ve İngiltere'de daha az olabilir. Her halükarda faşizmin Batı Avrupa'da egemen bir güce dönüşmesi büyük maddi engeller ve büyük siyasal bir direniş ile karşılaşacaktır. Bana göre sosyalist hareket ve işçi sınıfı, şimdiki siyasal etkinliğin atmosferinde bile, bu tehditleri geri püskürtebilecek güçtedir. Doğal olarak bu gücü faşizm ve ırkçılığa karşı meydana çıkarabilmek için büyük çaba gerekir. Faşistlerin güçlenmeleri, hareketli ve örgütlü bir eğilim olarak bu ülkelerin siyasal alanında kendilerine yer edinmeleri kuşku duyulmayacak bir olgudur. Ama burjuvazi için belirleyici ya da galip bir güce dönüşebileceklerini sanmıyorum.

Irkçılık konusu daha karmaşıktır. Irkçılık bu ülkelerde daha kurumsal ve daha köklüdür, resmi düzeyde burjuvazi ırkçılığı kınasa da, ırkçılığın daha da güçleneceğine ilişkin emareler vardır. Örneğin birleşik Avrupa idealinin bir ucu üçüncü dünya diye bilinen ülkelerin ahalisine karşı işlemektedir. Avrupalı kimliği sırf ulusal Alman ya da İngiliz kimliğiyle değil; Asyalı ve Afrikalıyla karşıtlık içinde anlam kazınıyor. Avrupa Birliği sorununun ırkçı rengi, şurada ya da burada ortaya çıkmıştır ve özellikle göç ve ilticaya karşı takınılan ortak tavır ya da Avrupa kültür ve karakterinin tanımlanmasında kendini dışa vurmuştur. Avrupa'da var olan işsizlik düzeyi ile Asya ve Afrika ülkelerindeki yoksulluk ve ekonomik yetersizlikler ve siyasal baskılar, buralardan büyük göçleri kaçınılmaz kılıyor, ırksal ayrılıklar yaratma ve ırkçı provokasyon burjuvazinin kolayca vazgeçeceği bir araç değildir. Bu ülkelerdeki resmi siyasal gücün göz önünde bulunduracağı tek şey faşistlerin böyle bir havada çok güç kazanmalarına izin vermemektir. Bu arada medeni kanunlar, yabancılar aleyhine, kesin olarak değişecektir.

Soru: Son birkaç yılın gelişmeleri iki çelişik gidişi gözler önüne sermiştir. Bir yandan SB'de ve Doğu Bloğunda, ulusal dini ve etnik saflaşmalara ve SB'nin çözülmesine neden olan nasyonalist hareketlere tanık oluyoruz. Öbür yandan, Batı Avrupa sınırları kaldırma ve tek bir ülke olma eşiğindedir. Bunlardan hangisi geleceğin örneğini oluşturuyor, Batı Avrupa birlikçiliği mi yoksa Doğu Avrupa'nın nasyonalizm ve ayrılıkçılığı mı?

Mansur Hikmet: Bence hiçbiri değildir. Doğu Avrupa'da bugünkü nasyonalizm, çözülmenin nedeni değil; sonucudur. Öyleyse doğudaki ulusal eğilimlerin gelişmesi dünya ölçeğinde genelleştirilebilecek bir gelişme eğilimi ve nasyonalizmin yeni bir yaşama evresinin belirtisi sayılamaz. Öbür yandan Avrupa Birliği planının nasyonalizmden bir ayrılık olarak değerlendirilemez. Sorun daha çok Amerika ve Japonya ile rekabet edebilmek için iç içe geçmiş bir pazar oluşturmaya yönelmektir; ulusal bir kimlikten sıyrılıp, Avrupa kimliğine bürünmek değil. SB'nin kendisi bir zamanlar iç içe geçmiş bir blok, para, ordu ve devlet birliği, merkezi ekonomik işletmeye sahip bir birlik iken şimdi nasyonalizmin beşiği durumundadır. Sıradan bir gözlemciyi ilgilendirdiği kadarı ile Avrupa Birliği planı Avrupalı kimliğinin Avrupalı-olmayana karşı, ortakların tek tek ulusal belleklerinden vazgeçmemek koşuluyla, daha da koyulaşmasını sağlamıştır. Gerçek olarak görünen, ülkesel ittifaklar temelinde yeni siyasal, ekonomik kutupların, eski kutupların yerini almasıdır ve bu gidiş daha büyük çekişmelere neden olacaktır.

Bence kapitalizm deneyi sermaye hareketleri ve süreçlerinin farklı üretim dallarında ülkelerin sınırlarını ekonomik olarak zayıflatmasına karşın, farklı bölgelerde sermayenin eşitsiz gelişmesi, dünya ölçeğinde sermaye eksikliği ve kapitalizmin genel olarak belirsizliği nasyonalizmin siyasal düzeyde ve burjuvazinin ekonomik stratejisinin değişik bölümlerinde yaşamasını sağlıyor. Bana kalırsa kapitalizm soyut olarak değil; bugünkü tarihsel gelişmesi seviyesinde ulusal kimliğe ve nasyonalizme gereksinim duyar. Öyleyse her birlik yeni ayrılıkların tanımından başka olmayacaktır; sermayenin içsel küreselleşme isteği ne denli güçlü olursa olsun, nasyonalizmden ve ulusal kimlikten kurtuluşu ancak enternasyonalizm ve işçi devrimi sağlayabilecektir. Sonuç olarak şimdiki dönemin nasyonalizm dönemi olmadığına inanıyorum. Onun yok oluş dönemi de değildir. Nasyonalizm ne bugünkü sermayenin sorunlarına belirli bir çözüm sunabilmekte ne de özel bir baskı altındadır. Değişen şey kapitalist dünyadaki ulusal maskedir: yoksa nasyonalizmin bu dünyadaki fiziksel konumu değil.

Soru: Burjuvazinin kendi örneklerini ekonomi, politika ve kültürde farklı biçimlerde, nasyonalizm ve dinden tutun da faşizm ve ırkçılığa kadar topluma karşı konuşlandırdığı koşullar-da, işçi sınıfı yalnızca ekonomik alanda kendini savunmayla yetinmektedir. Bu sorun ister Batı Avrupa'da ister toplumsal atmosferi daha siyasi olan Doğu Avrupa'da olsun, günden güne artan yoksulluk işçilerin ekonomik mücadeleye gömülme olasılığını artırıyor. Bu durumun tedirgin edici olduğunu sanmıyor musunuz? Bu durumdan nasıl kurtulunabilir?

Mansur Hikmet: Bence de bu duyulur ve tedirgin edici bir gerçekliktir. İşçi sınıfının siyasal alanda bulunuşu, onun ekonomik savaşımının basitçe bir uzantısı değildir. “İşçiler”, sözcüğün toplumbilimsel anlamında bile, politikaya şimdiye değin çok az müdahale etmişlerdir. İşçi, siyasal savaşıma, ister devrimci olsun ister reformcu, isçi partileriyle katılır. Şimdiki koşullar öyle değiş-miş ki işçinin politikaya müdahalelerini sağlayan tüm geleneksel siyaset ve yapılar -örneğin sosyal-demokrasi ve komünizmin değişik dalları- düşüş evresindedir. İşçilerin siyasi partilerin çevresinde örgütlenmeksizin ekonomik alanı aşıp politikaya katılmaları beklentisi tarihsel olarak anlamsız ve boş bir beklentidir. Kişisel olarak sosyal-demokrasinin artık sendikalist savaşımın siyasal yansısı olmak isteyeceğini sanmıyorum. Bu eğilim büyük ölçüde işçi sınıfından kopup orta tabakalara yönelmiştir. Bunun yanı sıra sosyal-demokrasi açık bir ekonomik ve toplumsal programdan dahi yoksundur. Sorun böyle olunca her şey işçi komünizminin seyrine bağlanır. İşte burada, ilkin, bugünkü anti-komünist saldırıyı geri püskürtmeksizin, İkincisi, siyasal savaşımlara giren ve işçi sınıfının sınıfsal örgütlenmesini sağlayan ciddi çabalar olmaksızın, işçiler, ekonomik alanda belirli mevzileri korusalar bile, daha işçi-karşıtı bir siyasal ve ideolojik denge noktasına sürükleneceklerdir. Bana kalırsa içine girdiğimiz evre işçi sınıfının muhalif hareketi açısından bir eksiklik içermektedir. Ama savaşımların nereye varacağı ve belirli olarak işçi sınıfının genel durumunun toplumdaki konumunu, gücünü ve insan onurun ne denli etkileyeceği başka bir sorudur. Bu İkincisi toplum düzeyinde ve işçi hareketinin içinde bir komünist hareketliliğin olup olmamasına bağlıdır.



Turkish translation: Siyaves Azeri
hekmat.public-archive.net #0660tu.html