Status             Fa   Ar   Tu   Ku   En   De   Sv   It   Fr   Sp  

İslam ve İslamizasyonun Aşılması


Negah: Son yıllarda Orta doğu ve Kuzey Afrika’daki İslami grupların ve hükümetlerin varlığı ve yönetimi, din ve dini hareketler ile hükümetlerin nasıl ele alınacağı üzerine anlaşmazlıkları körükledi. “İslami gruplar/hükümetler ile İslam arasında fark gözetmeliyiz” diyenler var. Bunu diyenler aynı zamanda “söz konusu ülkelerde olup bitenlerin İslam’la alakası olmadığını, bunların İslam’ın yanlış yorumunun sonucu olduklarını” ve “din karşıtı konuşmalar yapılmaması gerektiğini, zira bunun insanların inançlarını incitip onları böldüğünü” iddia ediyor. Bu ifadeler hakkında siz ne düşünüyorsunuz?

Mansur Hikmet: Bazılarının, çıkarları uğruna, İslamcıların mağdur ettiklerinin ya da onların tarifi olanaksız zalimliklerine tanıklık edenlerin gazabından İslam’ı (mümkün olduğunca) muaf tutmaya gereksindiklerini görüyorum. Bu zalimlik ve soykırımlar öyle bir boyuttadır ki bazı İslamcıların bizzat bunların sorumluluğunu almak istemediğini de görüyorum. Dolayısıyla “gerçek İslam”a karşı “pratik İslam” tartışmasının tekrar tekrar öne sürülmesi doğaldır. Ne var ki bu meşrulaştırmalar benim bakış açımdan (bir komünistin ve ateistin bakış açısından) ve İslam cinayetlerinin kurbanları olan veya buna tanıklık edenlerimizin bakış açısından ahmakçadır. Bu canavarla devasa bir toplumsal, politik ve entelektüel mücadele yürüten bizler açısından bunlar ahmakçadır. İslamın dogmatik ve Kuran’a dayalı temelleri, İslam tarihinin gelişimi ve çağımızda gericilik ile özgürlük arasındaki mücadele açısından İslam ve İslamcıların politik kimliği ve aidiyeti, İslamın muhtelif yorumları üzerine tartışmaya imkan tanımak ve başka yorumların varlığı ya da ihtimalinin ciddi bir şekilde ele alınması konusunda gayet açıktır. Tartışma gelecekte ve en temel insan haklarının ve insanlık sevgisinin ihlal edilmediği başka gezegenlerde olsaydı bile bu böyledir. Bana göre gericilik bilimsel olarak analiz ve tahlil edilirken İslamcıların toplumu içerisine soktukları her özür ve temize çıkma, zamanımızın bilim ve toplumsal zekasına yönelik en büyük küçümsemenin kanıtıdır. İslam’da, samimi olsun olmasın, bireyin hiçbir hakkı ya da itibarı yoktur. İslam’da kadın bir köledir. İslam’da çocuk hayvanlarla eşit düzeydedir. İslam’da özgür düşünce cezalandırmayı hak eden bir günahtır. Müzik yozluktur. Destursuz ve dini onay olmadan seks, günahların en büyüğüdür. Bu ölüm dinidir. Aslında bütün dinler böyledir ancak çoğu din yüzyıllardır özgür düşünce ve özgürlük-insanlık sevgisi tarafından sınırlanmıştır. İslam ise asla sınırlanıp kontrol edilmedi. Her hareket beraberinde nefret ve ıstırap getirir.

Dahası, bana göre, İslam’ın varlığını insanların inançlarına saygı kılıfı altında savunmak riyakarlıktır ve inandırıcılıktan yoksundur. İnsanlar arasında farklı inançlar vardır. Sorun insanların inançlarına saygıdan ziyade, neyin saygıya değer olduğudur. Nasıl olursa olsun, kim ne derse desin, herkes beğenisine göre inançlarını seçer. İnsanların inançlarına saygı kılıfı altında İslam eleştirisini reddedenler yalnızca kendi politik ve ahlaki tercihlerini ifade ediyor. İslam’ı saygı değer bir inanç olarak tercih ediyorlar ve kendi inançlarını, tercihlerine “popülist” meşruluk sağlamak için “insanların inançları” şeklinde sarıp sarmalıyorlar. Dünyadaki bütün insanlar böyle yapsa bile, herhangi bir hurafeye ya da hakların baskılanmasına saygı duymayacağım. Elbette herkesin istediğine inanma hakkı olduğunu biliyorum. Ancak bireylerin fikir özgürlüğü ile inandıkları fikirlere saygı duymak arasında temel bir fark vardır. Dünyanın yargı mercii değiliz; bizler dünyadaki oyuncular ve katılımcılarız. Her birimiz, zamanın başlangıcından şimdiye kadar insanların özgürlüğü ve eşitliği üzerine verilen bu tarihsel, dünya çapındaki mücadelenin parçasıyız. İnsanların muzdarip oldukları güce karşı mücadelemde hurafelere saygı duymayacağım.

Negah: Bazı politik gruplar, oryantalistler ve bu ülkelerin birkaç entelektüeli tarafından desteklenen batının kitle iletişim medyası “bu ülkelerin halkının Müslüman olduğunu ve dolayısıyla zorunlu örtünme ve kadınların statüsü gibi orada olup bitenin onların kültürü ve kimliğinin parçası ve uzvu olduğunu” söylüyor. Sizce İran halkı Müslüman mıdır? İran İslami bir ülke midir? Söylediklerinde haklılar mı?

Mansur Hikmet: Toplum gibi karmaşık bir gerçekliği din, etnisite ya da ulus gibi çok küçük bir yaftayla sınıflandırmanın esası, bilimsel bir çaba ya da hakikati arayan bir açıklamayla karşı karşıya kalmadığımız başlı başına tanıklıktır. İran’ı Hint Avrupalı, monarşist, İranlı, Şii vb. resmeden biri gibi, İran’ı İslami bir toplum olarak adlandıran kişi de propaganda yapıyor. Mesele İran’ı kimin bir İslam toplumu olarak tanımladığı, bunu hangi politik ve tarihsel çerçevede yaptıkları ve böylesi bir tanımdan hangi sonuca varmaya çalıştıklarıdır. Sözgelimi İran İslam rejiminin orada İslami bir devletin varlığını meşrulaştırabilmesi için İran’ı bir İslam toplumu olarak tanımlamak zorunda olduğu açıktır. Batılı bir ırkçı ve göçmen karşıtının da İran’dan gelenler ile yerel sakinler arasındaki uçurumun bağdaştırılamaz olduğunu iddia edebilmesi için İran’ı bir İslam toplumu olarak tanımlamak zorunda olduğu gün gibi ortadadır. Fırsatçı gazetecinin bu terminolojiyi kullanıp bu inancı neşretmek zorunda olduğu aşikardır; zira bu, çağdaş batı toplumlarındaki egemen politik çevrelerin tercih edilen modeli ve görüşüdür. Dolayısıyla üniversiteler ve akademik çevreler bu modele itaat eder; kamuoyu bu şekilde yönlendirilir vs.

Gerçekte bu yaftalama ve pazarlama aldatıcıdır. İddia sahibi kim olursa olsun bunun amacı, İran toplumuna egemen olan ilişkilerin ve yasaların İslami karakterinin politik baskı ve zorlamadan daha ziyade, bizzat halkın görüş ve inançlarının neticesi olduğunu ilan etmektir. Eğer kadınların örtünmesi gerçekten de İslami görüşün dünyaya bakışından kaynaklı kendi tercihlerinin sonucu olsaydı, batıda birçok kişinin vicdanı huzur içinde olurdu. Eğer böyle olsaydı, batılı demokratik rejimlerin, yuppie entelektüellerin ve gazetecilerin İran yönetimiyle dalavereleri çok daha fazla hoş görülebilirdi. Eğer böyle olsaydı, özgürlük arayışındaki kadınların ve İranlı devrimci muhalefetin protesto seslerini “halktan kopuk” tatminsiz aşırılar olarak yaftalayarak susturmak çok daha kolay olurdu. İnsanların dini, kültürel, etnik ve ulusal bakımdan sınıflandırılması, her zaman onların evrensel haklarının yadsınması bakımından ilk adımdır. Eğer Ruanda’daki soykırım Afrika geleneğinin devamıysa, eğer taşlama İran halkının İslami geleneğiyse, eğer örtünme “İslami toplumlardaki” kadınların kültürünün parçasıysa, eğer dokuz yaşında bir kızı evlendirmek bizzat o ülkelerin insanlarının bir geleneğiyse, o zaman bunlar gerçekten unutulabilir, aşağılanabilir, bombardımana tutulabilir ve batı uygarlığı ve demokrasisinin kalelerinin ötesinde, kendi kurallarının insafına terk edilebilir. Fakat eğer bu insanların diğer herkes gibi kapitalist bir toplumda ve küresel bir piyasada yaşayıp üretim yaptığı netleşirse; bu İslami gelenek ve yasaların, insanlara doğrudan hapsetme gücü, işkence odaları, sokak devriyeleri, bıçaklar, infazlar ve taşlamayla dayatıldığı açıklık kazanırsa; bu insanların diğer herkes gibi özgürlük, eşitlik ve ayrımcılığa son vermeyi arzuladıkları netleşirse; bütün baskılara rağmen, bu insanların en göze çarpan karakterinin batı tipi kültür ve yaşam tarzı olduğu görülürse, o zaman bu riyakar ideolojik abide çökecektir ve kayıp tarif edilemez olacaktır.

İran toplumu İslami bir toplum değildir. İran’daki despotik rejim, bütün baskısına rağmen halen insanların İslami bir kimliği kabullenmesini harekete geçirememiş İslami bir rejimdir. Bu riyakar yaftalamayı mazur göstermek için “resmi dine” mensup olanların resmi istatistiklerine atıfta bulunan entelektüele zerre itibar etmiyorum. Bu sınıflandırmayı kabul etmek -daha kötüsü bunu yayınlamak-, İran’da ve zorla yönetilen İslam toplumlarında gerçekleşen felaketi devam ettirip muhafaza eder.

Negah: “İlerici din” ve “İslami Protestanlık” hakkındaki görüşünüz nedir? Kültürel şahsiyetlerden politik örgütlenmelere kadar birçok insan, Ali Şeriati, Abdülkerim Suroş ve diğer İslami muhaliflerin “kökten dincilere” karşı savunulması gerektiğini söylüyor. Bunların desteklenmesinin toplumun yararına olacağını ve insanların hayatlarının gelişeceğini iddia ediyorlar. Bu konudaki görüşünüz nedir?

Mansur Hikmet: Eğer İslami Protestanlık, Protestanizm olacaksa o zaman, dinsel bir kopuş ve yeni bir dini hiyerarşi yaratmalı ve bütün insan kitlelerini bu diğer İslam türüne katılmaya çağırmalıdır. Muhtemelen Bahai dininin yapması beklenen gibi bir şey. Dindar bir üniversite profesörünün haklarını ihlal eden hükümet hakkındaki homurdanmaları, batıdaki muazzam tarihsel gelişmeler ve dönüm noktalarıyla eşitlenemez. Çağdaş Orta Doğu ve İran’ın üstyapısı ve mevcut toplumun politik ekonomisi bakımından İslam, batıda kapitalizmin gelişim çağında Hıristiyanlığın sahip olduğuna benzer bir role sahip değildir. İslam’ın bu ülkelerin ekonomik gelişimiyle uyumunun ehemmiyeti yoktur. Bu ekonomik kalkınma, İslam’ın durumundan ve onun modern toplumla uyumlu olabilmesinden bağımsız olarak gerçekleşiyor. İran toplumunun Martin Luther ve John Calvin’e ihtiyacı yoktur çünkü İslam’ın egemenliği ideolojik, psikolojik ya da yapısal bir hegemonyadan daha ziyade, politik olarak devrilecek politik bir polis nizamıdır.

Negah: İran medyasının sayfalarını çevirdiğinizde, dini nizam ile halk, din ile özgürlük, din ile muhakeme, din ile sivil toplum vs. arasındaki ilişkiye dair çok sayıda tartışmayla karşılaşıyorsunuz. Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Din ve özellikle İslam ile halkın adeti, özgürlük, sivil toplum, muhakeme vs. arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mansur Hikmet: İran’da din, son derece acımasız bir yönetimin resmi ideolojisidir. Bu nedenle İran’da yaşayan entelektüel kesim açısından her meselenin İslam bağlamında ve İslami dünya görüşünün bakış açısından analiz edilmesi gerekir ya da en azından egemen İslam ile her türlü fikir arasındaki çatışma belirtilmelidir. İnsan hakları, sivil özgürlükler, siyasal sistem, iktisat politikaları, bilim, kültür, sanat vb. tartışmaların hepsi önemlidir ve bunlar bütün toplumlardaki entelektüel elitin mütemadiyen işaret ettiği ivedi meselelerdir. İran’da bütün bunlara “İslam” ibaresinin eklenmesi gerekir. Ama yine de bu İslam’ın tartışılan sorunsallara dair bilimsel bir açıklaması olduğu anlamına gelmez. Bu epistemolojik ve hatta tarihsel değil politik bir baskıdır. Bu dönem geçecektir ve İran’da dergiler bu meseleleri daha ciddi bir biçimde, olayları İslam ile uyumlu kılmaya ya da bir şeyin İslam ile çelişkisini göstermeye ihtiyaç duymadan konuşacaktır. Bana kalırsa icazetli muhalefetin ve despotik bir rejimdeki legal eleştirmenlerin tartışması asla kendilerinin öne sürdüğü tanım ve sınıflandırmalar temelinde yüzeysel önemlerine göre değerlendirilmemelidir. Bu yüzden, açıkçası İran’daki entelektüel yayınların makalelerinin içeriğini önemli, ciddi ve anlamlı bulmuyorum. Bana göre asıl önemli olan sahnenin arkasındaki politik çatışma ve hükümet ile bu yayınlar arasındaki ilişkidir.

Negah: Son olarak, İran’da geçen yüzyıldaki din karşıtı hareket hakkındaki görüşünüz nedir? Daha iyi bir yaşam açısından halkın genel mücadelesinde bu hareketin özellikleri ve duruşu nedir?

Mansur Hikmet: Yirminci yüzyılın büyük kısmı açısından İran’da hem dinsel hem de din karşıtı hareketler, kendilerine geçen yüzyıllarda Avrupa’daki din ile aydınlanma arasındaki mücadeleninkinden farklı bir renk tonu katan daha önemli uluslararası eğilimler tarafından etkilenmiştir. Ekim devriminden, Sovyetler Birliğinin ortaya çıkışından ve soğuk savaştan bahsediyorum. İslam ve İslam karşıtı aydınlanma diğer tarihsel güçlerle çevrelenmişti ya da daha mühim bir uluslararası dönüm noktası bağlamında yakın zamanda yeniden tanımlandıkları da söylenebilir. Aydınlanma başlangıçta İran toplumunda sosyalist gelişimin parçası oldu fakat, uluslararası burjuvazinin bir kampı olarak Sovyetler Birliği’nin ortaya çıkışıyla birlikte, çok hızlı bir şekilde fiilen boş ve yalan bir harekete ve aydınlanmanın yok edilmesinde bir araca dönüştü. Bunun nedeni, Ulusalcı Molla’nın, popülist din ve özgürlük teolojisinin ABD karşısında Sovyetler Birliği’nin müttefiki olabileceği ve bu nedenle katlanılabilir bir İslam’ın kurulabileceğinin keşfedilmesiydi. İran entelektüel çevresinin Stalinizasyonu ve tudehizmi ve monarşi ile ABD’ye karşı bir araç olarak faydalı olduğu varsayılan dinle mücadelede taktiksel anlayışların belirmesiyle birlikte, İslam’ın görmezden gelinme ve hatta daha sonra aklanma çağı başlar. Karşıt kampta anti-komünist İslam, İran işçileri ve komünizme karşı mücadelede güçlü bir batılı silah haline geliyordu. İran İslam Cumhuriyeti’ni kuran halkın dini inançları ve İslam’ın gücünden daha ziyade, Şah rejiminin eski müttefiklerinin İslam’ın ve Humeyni’nin düşüşünü önceden tecritten kurtaran İran’da solu bastırma politikasını devam ettirme ihtiyacıydı. Kısacası bütün bunlar, toplumun farklı kesimlerindeki gelişmelerin yanı sıra siyasal İslam ve İslami hareketle uluslararası güçlerin bir din olarak İslam’a karşı aydınlanma mücadelesini etkilenmesi demektir. Eğer otuz yıl önce ateist bakış açısından birisi İslam’ın esaslarını yerip eleştirseydi, İslam’ın çarklarının yanı sıra popülist ve anti-despotlar tarafından da saldırıya uğrardı. Öyle ki bugün politik görüşleri bu kampların neticesi olan aynı kamplar ve insanlar bize -samimi İslam ve din eleştirilerine- saldırıyor. Onların bakış açısından devrimci ve ilerici olmak çatışmayı bastırmak, bir arada yaşamak ve “yeni” ve “çağdaş” bir İslam’ı keşfetmek demektir.

Bugün İran’daki, özellikle kadınlar ve gençlerden oluşan geniş, köklü bir İslam karşıtı nüfus ve bizim -işçi komünizmi- hareketimiz, ciddi bir din karşıtlığının temellerini kurmakta ve İran’daki İslamizasyona karşı gelişme kaydetmektedir. Eğer İran’daki insanlar refahı yaşayacaksa, bu hareketin zafer kazanması gerekir. İnsanların mücadele sırasında gelişmesiyle birlikte, özgür düşünceli entelektüel bir kesimin bu cepheye katılacağından eminim.


Mansur Hikmet ile yapılan bu röportaj ilk olarak Ocak 1999’da, Farsça olarak Negah yayınları tarafından basıldı. İngilizcede ilk olarak Haziran 2004 tarihli Worker-Communist Review’da yayınlandı. Farsçadan İngilizceye çevirenler Maryam Namazie ve Fariborz Poya.


Turkish translation: Akın Sarı
hekmat.public-archive.net #3140tu.html