ULUS, MİLLİYETÇİLİK VE İŞÇİ KOMÜNİZMİ PROGRAMI
İKİNCİ BÖLÜM STALİN’İN LİSTESİ
Bu yazının ilk bölümüne ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının’ giriş niteliğindeki bir gözden geçirilmesiyle başladık. Amaç bu formülün altüst edilmesi değil ulus ve milliyetçilik konularının içinde bulundukları bulanıklıkları göstermekti. Önceki bölümün sonunda ‘ulus’ kavramına vardık. Bana kalırsa bu kavram belirleyici düğüm noktasıdır. Ulus kavramı, ulusal sorunla ilgili yalnızca sol düşüncede veya şimdiye kadarki komünist programların çerçevesinde değil bugünkü toplumun büyük bölümünün kendi tarihi ya da toplumsal kimlik ve varlığı olarak başvurduğu yerde de büyük bir bulanıklık ve çözümleme ve düşüncelerdeki konumu itibariyle temel bir tepetaklaklığın kaynağıdır.
Egemen insan bilimleri ve siyasal kuram okullarının, bazen kesin ve doğa bilimlerinin bile, yirminci yüzyılın sonunda hurafeler ve söylencelerle içiçe olduklarını göstermek pek de güç sayılmaz. Yirminci yüzyılın sonunda insanın, özellikle resmi düşünürlerinin ağzından, kendisinin ortaya çıkışını, yaşam felsefesini, bireysel ve toplumsal eylemlerinin nedenlerini, mutluluk ya da mutsuzluk ve çaresizliğinin nedenlerini vb.yi nasıl açıkladığı kuşkusuz sonraki kuşakların eğlence kaynağı olacaktır. Bu hurafelerin bir kısmının gerçi ömrü sona ermiştir. Bugün, örnek olarak, anti-sekülarizm ve dinlerin dükkanlarının kapılarının yeniden açılmalarına karşın ‘tanrıyı’, en azından dinsel tanrıyı, üniversitelere veya bilimsel tartışmalara geri getirmek daha olanaklı değildir. Fakat çağdaş dünyanın bilimsel yorumunun resmi temeli, özellikle de siyaset kurumu, ekonomi, sosyoloji ve psikoloji dallarında o derece söylensel ve gerçek-dışıdırlar. Ulus kavramı bunların en önemlilerindendir.
Ulus Nedir?
Bu, ulus ve milliyetçilik ile ilgili birçok tartışmanın başlangıç noktasıdır. İlk bakışta sorunun ulus kavramının bilimsel ve üzerinde anlaşmaya varılabilen bir tanımının yapılabilmesi olduğu sanılır. Bir dizi belirli ve gözlemlenebilir maddi özelliklere (örneğin, ortak dil, ortak yurt, bazen huy ve davranışlar vs.) dayalı ve bunun temelinde dünyadaki hakiki olanlarını sahtelerinden ayırtedebilecek, ulus olanların çerçevesine sığacağı olmayanların sığamayacağı bir ulus tanımı sunabilmenin bugüne kadar bilginler ve siyasetçiler için olanaklı olmadığı doğrudur. Stalin, siyasal ve ideolojik muhaliflerinin de kabul ettiği gibi, ulusların belirleyici özelliklerinin kapsamlı bir listesini sunabilmiş kişilerdendir. Ancak, aşağıda da göreceğimiz gibi, ulusların özellikleri listeleri, en Stalinci, bütünsel ve mekanik olanları bile, dünyada gerçekten varolan ve bildiğimiz ulusları bile doğru biçimde sınıflandırmıyorlar ve birçoğunda istisnalar kaidelere üstün gelmektedir.
Ancak bana göre sorun ulus tanımını yapmaktaki güçlükten kaynaklanmıyor. ‘Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ formülünün diğer ögeleri konusunda belki doğru bir tanım sunmak veya bir tanım üzerinde anlaşarak işin düğümünü çözmek olanaklı olabilir. Örnek olarak ‘kaderini tayinin’ bizim formülasyonumuzda bağımsız devlet kurma anlamına geldiği ve bu hakkı ‘tanımaktan’ kasedilenin Lenin’in göz önünde bulundurduğu olumsuz ve asgari anlam olduğu konusunda analşılabilir. Ulus kavramına gelince, sorunun özü bence hiç de burada değil, bir adım daha geridedir. Sorun şu ki özünde ulusun varlığının kanıtlanmış olduğunu ve onun zaten varolduğunu varsaymadan (tıpkı ‘tanrı’ veya ‘anka kuşu’ durumlarında olduğu gibi) ‘ulus’ özelliklerinin bir listesini veya bir tanımını yapmak olanaklı değildir. Ancak bizim tanımımızdan önce ve bundan bağımsız olarak varolan birşeyi kendi özellikleri temelinde tanımalayabiliriz. Bu görüngü veya nesne, bizim tanımımızdan bağımsız olarak mevcut değilse veya kayıpsa, o zaman bizim onun özelliklerini ve belirleyici yönlerini tanımlamaya girişmemiz aslında onu varkılmaya çabalamamız anlamına gelir. Tanrının özelliklerinin tanımlanması bilimsel değil dinsel ve siyasal bir çabadır, dolayısıyla da insanların kafasında ve yaşantılarında güçlü bir yaratıcı yaratmaya yöneliktir. Canavarlar ve mitolojik varlıkların özelliklerinin dile getirilişi bunların görüntülerinin dinleyicilerin imgelemlerinde oluşmalarını sağlamak ve bu yolla onların yaşamları ve eylemlerini etkilemeye çabalamaktır. Ulus ve ulusal özelliklerin de tanımlanması, dışsal ve gözlemlenebilir bir varlığın bilimsel nesnel biçimde tanımlanması ve tanınması değil ulus ve ulusların oluşum süreçlerine etkin ve öznel bir müdahaledir. Bu siyasal bir etkinliktir. Ulusal özelliklerin tanımlanmasına yönelik bilimsel ve akademik çabalar, ulusların yaratılmaları, kalıcılaştırmaları veya yeniden üretilmeleri yönündeki daha geniş siyasal bir hareketin bir parçası ve uğrağından başka birşey değildir. Fark şu ki din en sonunda insanların zihinlerinden ve inançlarından bağımsız olarak bir tanrı yaratamamasına karşın ulus yaratma, e.d. ‘ulusu’ sözcüğün siyasal ve pratik anlamında ‘tanımlamak’, birçok durumda gerçekten insanlar arasında ulusal maddi sınıflandırmaların oluşmasına neden olabiliyor.
Kamuoyunda, akademik düşüncede, komünist diye nitelenen solda, hatta işçi komünizminin büyük bölümünde egemen olan kanı bu yanlış algılamayı gizli olarak içinde barındırmaktadır. Şimdiye kadarki solun ve komünist harekertin içinde bile, bireyin ulusal bağı ve kimliği, cinsiyet gibi, somut olarak verilmiş ve kuşku götürmez bir özelliği olarak kabul edilmiştir (şimdilik cinsiyetin kendisinin ve cinsel farklılığın da bireyin toplumsal kimlik ve özdeşliğinin temel bir dayanağına dönüşmüş olmasının da günümüzün sınıfsal toplumunun eleştirilebilen tarihsel bir ürünü olduğunu bir yana bırakıyorum).
Benim burada değindiğim komünizm tarihi içinde, milliyetçiliği, ulusal kimliği ve yurtseverliği kutsayıp kendi komünizmlerinin baş tacı yaptıkları çeşitli eğilimler değildir. Rus, Çin ve üçüncü dünya komünizmleri, tekelci-karşıtı, anti-emperyalist ve anti-yanki komünizmler, sosyal demokratik-sendikalist ve Yeni Sol’cu Batı komünizmlerin hepsi Ekim Devriminin yıkıntıları üzerinde güverdiler, hepsi enternasyonalizmden bir renk taşayacaklarına milliyetçilik ve nasyonal-reformizmin türevleri oldular.
İran’da bütün geleneksel sol, önceki günkü Tudeh Partisinden, dünkü Halkın Fedai’si, İşçi Yolu’cusu ve Üçüncü Yol’cusundan bugünkü yeni ve demokrat ‘post-soğuk savaşçı’ sola kadar, güçlü milliyetçi ve yurtsever temelde oluşmuşlardır, öyle ki bunlar için ulus kavramı kabul edilmiş dışsal bir gerçeklikten öte, kutsanması ve kendi siyasal evrenlerinin onun çevresinde oluşturulması bunların belirleyici özellikleri olmuştur. Ulus, bu hareketler için, bir ülkenin insanlarının sınıf vs.ye bölünmeden önce içine sığabilecekleri bir kaptır. İşçi, burjuva, kadın, erkek, siyah, beyaz, zengin, yoksul, yaşlı ve genç bunlara göre bir ulusun iç bölümleridir ve ona bağlıdırlar. Bu siyasal geleneğe bağlı grupların tümünün ‘işçilerle ilgili’ konularının güzelleştirici takısı olan mide bulandırıcı ‘vatanımızın işçileri’ ifadesi veya Almanya’daki Mercedes-Benz fabrikasında sekiz yıllık hizmet sabıkası olan Tahran doğumlu işçiye milliyetçi bir ısrarla ‘İran’lı mülteci işçi’ sıfatını yapıştırmaya çalışmaları bunlar için ulus kavramının halk kitlelerinin diğer gerçek veya varsayımsal bölümlenmelerine olan çözümsel ve duygusal önceliğinin göstergesidir.
İşin ilginç yanı bunlar için ulustan sonraki çözümsel aşamanın hala sınıflar değil ‘halklar’ olmasıdır. Bu bakışa göre halk genellikle devletsiz, güçsüz ve çoklukla baskı altında olan bir ulustur. İran solu için ‘halklar’ kategorisi kaçınılmaz olarak özel bir acıma, şefkat ve abartmayla birlikte bulunur. Halkların kültür ve görenekleri, ilgili halkın kendisinin çoğunluğunun kurtulmak istediği gelenek ve görenekler, genelgeçer solun devrimci kültürünün bir parçası haline gelir. Bir ülke raslantısal olarak tarihsel sürecin sonunda ‘çok uluslu’ ve çok halklı duruma gelmişse o ülkede ikamet eden işçiler asgari sınıfsal bilince erişebilmek için iki ulusal kimlik üzerinden atlamak zorundadırlar. ‘Kürt işçiler’, ‘Beluçi işçiler’, ‘Azeri işçiler’ gibi diğer kavramlar da İran’daki geleneksel solun yaygın milliyetçi kategorilerinin başka örnekleridirler.
Yine de bunların bizim tartışmamızın merkezinde yer almadıklarını belirtmeliyim. Bu hareketlerin sorunu çözümsel-kuramsal değildir, bilgibilimsel değildir; bunların sorunları milliyetçilik ve pozitif vatanperverlikleridir.
Sorun şu ki enternasyonalist komünist gelenek içinde de ulus ve milliyetçilik kavramlarının değerlendirilişi yeterince eleştirel değildir ve özellikle de ulus ve milliyetçilik arasındaki ilişki ters olarak düşünülmektedir. Bu bakışa göre ulus verilmiş, varsayılmış ve gözlemlenebilen bir görüngüdür, milliyetçilik de bir ulusun sapkın ve soysuz düşünsel siyasal ürünüdür. Buna göre milliyetçilik üst sınıflarca bir ulusun birimlerine dayatılıp egemen kılmaya çalışılan çarpık bir bilinçtir. Enternasyonalist komünizmin büyük çoğunluğu için sorunun özü milliyetçiliğe karşı mücadele ve onun etkisinin bir ulus içinde yayılmasını önlemek biçiminde olmuştur. Ulusun kendisi, bir kategori olarak, bir görüngü olarak, yerli yerinde durmakta ve eleştiri konusu olmamaktadır. Ulus belirli bir siyasal ve sınıfsal yükü olmayan bir varlık olarak ele alınmaktadır. Belirli ortak özellikleri, bu özelliklere sahip insan kümesini ulus yapmaktadır. Bu adla, bir ulus olarak, insanın toplumsal tarihinde bağımsız ve kendinde bir rolü olabilen bir insanlar kümesi. Hak sahibi olabilir, devlet sahibi, bağımsızlık sahibi, ve kendisi için özel bir yazgının sahibi olabilir.
Gerçekte ise ilişki tersinedir. Milliyetçiliğin ürünü ve yaratısı olan ulustur. Milliyetçilik ulustan önce gelir. Bu yorumu olumladığımzda komünizmin milliyetçiliğe karşı savaşının son kertede ulusları şu ya da bu özbilince kavuşturmak veya siyasal ya da toplumsal eyleme katmakla ilgili olmadığı, insanların ulusal kimliklerinin olup olmadığına ilişkin olduğu görülür; ulusal kimliğin reddine veya kabulüne ilişkin olduğu görülür. Milliyetçiliği yenmek ulus ve ulusal kimlik kategorilerini aşmayı gerçekleştirmeksizin olanaklı değildir. Ayrıca ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ program formülüne ait ulusu önsel olarak kendi özel hukukuna sahip bir varlık olarak kişileştirip somutlaştırdığında, pratikte milliyetçiliği etkisizleştirip geri püskürtmeye yarayan taktik bir konumu nasıl ulusal kimliğin stratejik bir onanmasına dönüştürdüğü ve böylece kendi gerçek yönelimine darbe indirdiği açıklığa kavuşmuş olur.
Bunlar, üzerinde daha dakik olunması gereken temalardır. Bunun için birkaç adım geri dönüp bir ulusun tanımlayıcı özellikler ve belirlenimlerinden başlamamız gerekecek.
Stalin’in Listesi
Ulus tanımını yapan ve ulusun özelliklerinin bir listesini yapan biricik kişi Stalin değildir. Ancak Stalin ile başlamak birkaç açıdan verimli olur: Birincisi, onun formülasyonunun temeli solun bildiği ve kaçınılmaz olarak etkisinde kaldığı bir yorumdur; ve ikincisi, Stalin’in listesi ondan öncekilerin uluslar için varsaydıkları özelliklerin bütünsel seçmeci bir toplamıdır. Stalin’in seçmeciliğinin boyutları kimi zaman birbirleriyle çelişen etkenleri ulus kavramıyla ilgili aynı formül ve kuramın çatısı altında toplayabileceğine meydan vermektedir.
Ulus nedir? Stalin’e göre ulus kavramı ‘sürekli evrimsel bir tarih sürecinde ortak dil, ortak yurt, ortak ekonomik yaşam, ortak bir görünüş ile ortak ruhsal çerçeveye sahip olmuş ve bunu ortak bir kültüre yansıtabimiş insanlara’ yüklenebilir. Stalin tabii ki ulusun tarihsel bir ürün olarak ebedi ezeli olmadığını, değiştiğini ve bir başlangıç ile bir sona sahip olduğunu belirtir. Bu özelliklerinden hiçbiri, Stalin’e göre, yalnız başına şu veya bu topluluğu ulus olarak tanımlamak için yeterli değildir. Ancak herhangi birinin olmayışı bir topluluğun ulus olmayışı için yeterli neden oluşturur. Bu çözümsel manevra ile Stalin başarısız bir biçimde yakasını şu zorluktan kurtarmaya çalışıyor: Bu belirleyicilerden herbirinin temelinde, dünyanın ulusal bileşimi ve gerçekten varolan ulusların listesi, gerek o zaman gerek şimdi, varolan somut ve görgül durumdan bambaşka birşey olmaktadır. Stalin’in kendisi onun belirleyici ögelerini yadsıyan örnekleri bilmekte ve bazen dile getirmektedir. Ancak ulusal selahiyeti tüm bu belirlenimlere bağlamak tek tek belirlenimlerin eksiğini gidermediği gibi ulus tanımı ile somut gerçek arasındaki uyuşmazlığı daha da belirginleştirir.
Dil etkeni İsviçre, Belçika, ABD, Kanada, Fransa, İspanya, Britanya ve Afrika ile Asya’nın birçok ‘dayanıklı ve tarihsel olarak oluşmuş’ ülkelerin insanlarının ulus olma özelliklerini soru işareti altına sokuyor. İtalya’nın birliği uğrağında ve İtalyan ulusun ortaya çıkışı evresinde bugün İtalyanca denilen dilin nufüsün yalnızca %2.5’u tarafından konuşulması ilgiye değerdir. Öte yandan dünyada yalnızca çok dilli uluslar değil çok uluslu diller de bulunmaktadır. Dünya haritasında şöyle bir göz gezdirince İngilizce, Fransızca ve İspanyolca dillerinin birinci ve ‘anadil’ olarak kullanım alanının ne denli geniş olduğu görülür.
Bu söylenenler bir de dil kavramının matematik bir kesinlikle tanımlanabilmesini ön-varsayar, gerçekte ise durum böyle değildir. Örneğin Sırplar ve Hırvatlar’ın iki ayrı dilde konuştukları söylenebilir mi? Yine aynı biçimde, Birleşik Kürdistan’ın kurulmasını savunanlar Kürtlerin bir ulus olduğunu göstermek için ortak bir dilin varolduğunu dayanak olarak gösteriyorlar. Oysa kimi Batı’lı araştırmacı Kürdistan ülkesinin şimdiye değin kurulamamasını tam da ortak bir Kürtçe dilinin yokluğuna bağlıyorlar. Kavimsel köken ve dil ortaklığını ulusal kimliğin ölçütü olarak kullanan Bir Alman milliyetçisi (eski Almanca’nın bir kolu olan) Yidiş dilinde konuşan Eşkenazi Yahudilerini asil Almanlar olarak tanımaya dayanabilmelidir.
Dil etkeninin ne Stalin’in yorumuna ne de ulus sorununun kavranmasına fazlaca bir yardımı dokunur.
Yurt kategorisi de en az bu kadar karışıktır. Farklı kavimler ve toplulukların ortak yurtlarda yaşayıp sırayla oraya egemen oldukları ve birbirlerini şu veya bu tarafa sürdüklerinin yanısıra dünya üfusunun artışı ve insanların dünya çapında devingenlikleri ve akışkanlıklarının yayılması ortak yurt kavramına dayalı herhangi bir ulus tanımının her yıl gözden geçirilmesini gerektirmektedir. Yer kürenin boyutları sabittir. İnsanlar ise, öte yandan, çeşitli kavim ve dinler arasında, farklı ivmelerle çoğalmışlar ve çoğalmaktadırlar. Günümüzdeki ulusal çekişmelerin çoğunda, toprak ve yurt kavgası, tartışmanın özünü oluşturmaktadır. Filistin belirgin olan bir örnektir. Ama biricik örnek değildir. Kürt milliyetçiliğinin düşündüğü yurt kimi zaman Ermeni milliyetçiliğinin ilgi gösterdiği aynı yerdir. Yugoslavya’nın parçalanması ve Bosna Hersek’teki her metrekarenin uyruğunu belirlemek için yaşanan çekişmeler daha fazla sayıda canlı ve güncel örnekler sunmaktadırlar. Yurt (toprak) ölçütü, özellikle Stalin dönemindeki kendi adlarına ortak bir toprakları olmayan Yahudilerin örneğiyle karşı karşıya getirilir. Stalin’in ölçütüne göre, ortak yurtları olmadığından, Yahudiler bir ulus değillerdi. Başka kuramcılar içinse ‘Yahudi ulusu’ buna karşın ulus tanımındaki ortak yurt (ve ortak dil) ölçütlerinin geçersizliğinin göstergesidir.
Stalin’in ortak ekonomik yaşam ve içsel ekonomik bağlantı ölçütü yorumu epey bulanık ve şiddetli biçimde Marksizm dışıdır. Bir yandan ulusal hareketler tartışmasında ulusun ortaya çıkışını kapitalist dönemin ürünü olarak dile getirirken diğer yandan ekonomik bağlantı ölçütünü kapitalizm öncesi dönemlere kadar yaymakta ve bu işle kapitalizm öncesi dünyada da değişik halkların ulusal itibarnamelerinin red ve kabulü işine girişmektedir. Örneğin Gürcülerin ulus olduklarını yadsırken (ortak dil ve yurda karşın) serflik döneminde Gürcistan halkı arasında ekonomik dayanışma ve birlikteliğin yokluğuna dayanır. Kapitalist dönemde iç pazar kategorisi (tartışmalar bir yana) başkalarından ayrı ortak ekonomik yaşam için bir temel olarak tanımlanabilirse serflik döneminde veya nüfus içinde yaygın bir meta dolaşımı çevriminin olmadığı bir ekonomik düzende ‘ortak ekonomik yaşam’ ve ‘içsel ekonomik bağlantı’ kesinlikle kavranabilir değildir.
Kapitalizmi ilgilendirdiği kadarıyla ortak ekonomi ve iç pazar üniter devletten bağımsız olarak tartışılamaz. Böyle bir devlet varsa, eğer bir halk ‘kendi’ devletini bir kapitalist ekonomik ilişki içinde kurabilmişse, o zaman buna dayanarak ulus olmaları de facto olarak tescil edilmiştir ve herhangi başka bir ölçüte başvurmaya özünde gerek kalmamıştır. Bu anlamda ortak ekonomi ölçütü pratikte ulusun tanımı konusunu bütünüyle bir kenara iten gereksiz bir ölçüttür.
Stalin’in en son etkeni ortak karakter ve ortak psikolojik özelliklerdir (ortak kültür). Bu belki de ulusun nesnel olarak tanımlanması sorununu temelden yozlaştıran tanımın en keyfi ve en bilimdışı parçasıdır. Stalin şöyle yazıyor:
“Doğal olarak psikolojik özellikler, bir başka deyişle ulusal karakter’ yabancı gözlemci için tanımlanabilir değildir. Ancak kendini o ulusun ortak kültürü içinde gösterdiği ölçüde tanımlanabilir ve yadsınamaz bir kategoridir.”
Bu kavram en keyfi sınıflandırmalara kapı açmaktadır. Irk, kavim, din yeniden bu kapıdan tartışmaya girerler çünkü herbiri açık olarak bireylerin psikolojilerini koşullandıran etmenlerdendirler. Bir ulusa üye insanların zihniyetini ve psikolojik konumunu ötekilerden bütünüyle ayıran sınıflar-üstü bir ‘ulusal kültür’ varsaymak şiddetle Marksizm dışı, gerçekdışı ve hayalidir. Stalin somut olarak ortak dillerine rağmen Amerika’lılarla İngilizler’in ulusal karakterlerinin ayrılığından sözeder. Amerikan işçisinin zihinsel dünyası, Stalin’e göre, İrlanda’lı ya da İngiliz işçisinden çok Amerikan işverenine benzemektedir.
Bir ulusun birimleri arasında bir çeşit tinsellikler varsaymanın başka formülasyonları da bulunmaktadır. ‘Ortak tarih’, ‘ulusal özbilinç’, ‘ulusal kimlik’, bunlar aşağı yukarı Stalin’in ortak psikolojisinin göndermede bulunduklarını imlerler. Bütün bu formüllerde apaçık olan şey bu kavram ve kategorilerin olağanüstü ölçüdeki sorunlu oluşlarıdır. Ernest Renan’ın dediği gibi kendi tarihini yanlış tanımanın (belki de kendi tarihini uydurmak demek gerekir) kendisi, ulus olmanın bir ögesidir. Ulusu ortak tinsellik, ortak tarih, ortak tarihsel bellek ve ulusal karaktere göre açıklamak, mitosu mitosla açıklamak olur. Tarih, kültür, psikoloji vb. kavramların somutluğu ve gönderime uygunluklarının kendileri temelde kanıtlanmak durumundadır.
Ulus ve Tarih
Stalin ve Stalin'kine benzer ulus kavramı yorumlarının daha temel sorunları tarihdışı oluşları ve durağan oluşlarıdır. Stalin gerçi ulusu ‘tarihsel olarak oluşmuş’ bir kategori olarak görmektedir. Bu formülün durağanlığı ulus kategorisinin oluşmunda tarihin rolüne değinmesine karşın ulus ve ulusun tarihsel olarak ortaya çıkışındaki ‘evrimsel’ ve biyolojiye benzer yorumundan kaynaklanmaktadır. Ulus, tarihin adım adım ögelerini ortaya çıkışını sağladığı (ortak dil, ortak yurt) ve yaratılışının öncüllerini ortaya çıkardığı bileşik bir varlık olarak görülmektedir. Bu yaratım gerçekleştiğinde tarih kendi nihai ürününü bir ulus biçiminde yapıp birleştirdiğinde artık, ulus tarih dışında bir yapı gibi ya da tarihsel olarak son biçimini almış bir canlı gibi kendi bağımsız ve kendinde varoluşuna kavuşmuş olur. Öyle ki, dışardan bir gözlemci onlara bakıp özelliklerini sayabilir. Tıpkı bir ördeği doğal bir tarihin ürünü olarak özelliklerine göre betimlemek gibi.
Böyle yaratılıp özelliklerini tarihten alan bir ulus görünürde tarihsel süreçten kurtulur ve ‘evrim’ çarkının dışına düşer. Böyle bir kavrayış derinden mekanist ve özellikle Marksizm dışı bir kökten gelir. Ulus tarihsel, nasıl oluşmuşsa, toplumların şimdiki yaşamlarında sürekli olarak yeniden üretilmelidir. Kalıcı kılınmalıdır. Ulusal duygu ve kendi ortak tarihinin, ortak dilin, ortak yurdun, ortak ekonominin ve ulus olmanın diğer özelliklerini koruyan ve yeniden üreten hangi mekanizmadır? Ulusun mekanik yorumunda bu süreç gözardı ediliyor. Marksizm için, örnek olarak, toplumun yorumunda sınıf merkezi bir kavramdır. İşçi ve burjuva sınıfları da tarihin ürünleridirler. Ama hiçbir uğrakta tarihin onlarla işi bitmez. Kapitalist toplumun bütün hikayesi toplumsal ilişkiler temelinde ve tarihsel seyri içinde işçi ve kapitalistin işçi ve kapitalist olarak yeniden üretilmeleri ve yeniden yaratılmalarıdır. Ulus da kesinlikle böyledir. Çeşitli halk yığınlarının ulus olma ve ulus olarak kodlanma koşulları geçimişte değil şimdiki tarihin içinde yeniden üretiliyor. ‘Bir ulusu tanımlama’ süreci bilimsel bir süreç değildir; ekonomi siyaset ve ideoloji düzleminde hergün yeniden yaşanan maddi bir olaydır. İşte tam bu yüzden ulusun başı ve sonu vardır.
Bu tartışmanın hiçbir yerinde biz insanların ırksal, dilsel ve kavimsel tanımlanabilir özellikleri oldukları, farklı topraklarda yaşadıkları, dünyadaki ekonomik, toplumsal ve tinsel eylem ve gelişmeler onları, herbirinde belirli bir dil veya göreneğin daha yaygın olduğu bölgelerde bir araya getirdiğini yadsımadık. Bizim eleştirimizin konusu ulus kavramıdır. Bize acaba her ırk, her kavim ya da belirli bir dili konuşanların, belirli bir yurtta oturanların kendi ülkelerini oluşturma ‘hakkına’ sahip midirler diye sorulursa kuşkusuz yanıtımız olumsuz olacaktır. Bu kategoriler diğerleriyle ayrım içinde insani bir topluluğun ya da varoluşun tanımının kaynağı veya gerekçesini oluşturmamaktadırlar. Ulus kavramının önemi böyle bir ayrımı yaratıp haklı kılarak meşrulaştırmasındadır. Ulusal köken bu yüzden ırk, kavim veya ortak bir dilin bir başka adı değildir; tüm bu özellikleri bir insan kümesi içinde bireştirmenin adı değildir. Bu özellikleri, ve genelde yalnızca birini, başkalarından farklı siyasal ve ülkesel hukuk elde etme ve siyasal ayrım yaratmak için dönüştürmeye yarayan mecazi, keyfi ve siyasal bir bayraktır.
Yalnızca ulus değil, Stalin tarzı sınıflandımalar da tarihin ürünüdürler. Stalin’in yazısında onun listesinin gerçekte tarihin farklı uğraklarında çeşitli toplumsal hareketler tarafından ve genelikle de birbirleriyle karşıtlık içinde ortaya atılmış ulusal belirlenimler ve özelliklerin bir toplamı olduğu gerçeği bütünüyle unutulmuştur. Tarihsel olarak ulusu ortak dil yoluyla tanımlayan ve ortak dili olan insanlardan ulus oluşturmayı istemiş olan hareketler kendilerini ortak yurda göre ya da özellikle ulusu ekonomik bir varoluş olarak gören hareketlerle karşı karşıya bulmuşlardır. Bunlar, gerçek tarihsel süreç içinde pratikleriyle mevcut ulusları oluşturup onları koruyan farklı milliyetçilerin ve çeşitli toplumların başka başka bölümlerinin bayraklarıdırlar. Bu süreç ve bu pratik hiçbir yerde bitmiş değil ve bitmeyecektir. Bu süreç sürekli olarak devam etmekte, eski ulusları yeniden üretmekte, yeni ulusların ortaya çıkması için çabalamakta, asalet, üstünlük ve ulusal hukuk ile ilgili farklı yorumları karşı karşıya oturtmakta ve insanların kafasına sokmaktadır.
Stalin’in ölçütleri farklı millietçiliklerin siyasal ve toplumsal çekişmelerin bayrağıdırlar ve halen de öyleler. Örnek olarak, Fransız Devrimi Fransız insanını ‘Fransız Ulusunun üyesini’ tanımlarken kesinlikle kavim, ulusal karakter hatta Fransızca konuşma ölçütlerini temel almadı. Biricik ölçüt Fransız yurttaşlık görev ve haklarının kabulüydü. Fransızca eşdeğeriyle ülkenin resmi diliyle konuşmak her Fransızın ve Fransız ulusu üyesinin ana dilinden bağımsız olarak daha sonra uyması gereken bir kuraldı. Ulusallığa dil ve kavime sonra da soy ve sopa dayandırmak Fransız Devrimi türünden ulus yaratmanın karşısında yeralmaktadır. Alman ulusunu yurt veye dile göre tanımlamak Alman milliyetçiliği içindeki farkı yönelimleri dile getiriyor. Farklı kümeleri Alman ulusu olarak tanımaktadır. Ulusun tanımında ekonomik belirlenimlere vurgu yapmak da, kavim, dil ve ırkı gözardı ederek, ulusal bir burjuva ekonomisinin temeli olup üniter devletin yerleşmesi ve kapitalizmin gelişmesinin taşıyıcısı olabilmiş ulusları resmen tanıyan milliyetçi liberal hareketin bayrağı olmuştur. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından yirminci yüzyılın ortasına dek pratikte en etkili milliyetçi hareket olan bu okula göre, ortak dil, ortak kavim, tarih ve ulusal kimlik fazla bir rol oynamamaktadır. Amaç, tam da farklı kavim, ırk ve dillerden insanları kapitalizimin gelişimi ve sermaye birikiminin siyasal ve yöntesel çerçevesi olabilecek yeterli büyüklükteki ulusal ve ülkesel kümelerde kaynaştırabilmekti. Kavimsel milliyetçiliğe, bir başka deyişle ortak dilde ayak direyen milliyetçiliğe, karşın liberal milliyetçilik farklı kavimlerin birleştiricisi ve kaynaştırıcısı olmuştur.
Aynı biçimde milliyetçiliğin diğer kollarının sloganlarına ve pratiklerine bakılabilir. Batı Avrupa’da milliyetçiliğin sorunları, pratikleri ve rotası Doğu ve Güney Avrupadakinden farklı olmuştur. Bu yüzyılın ikinci yarısında ülkelerinin yeinden yapılanması ve modernizasyonu amacıyla geri kalmış ve eski sömürge ülkelerde ortaya çıkan anti-sömürgeci milliyetçilik ile özellikle son yirmi yılda kimi islamzede ülkelerde çıkış yapan gerici, gelenekçi anti-emperyalist ve küçük burjuva milliyetçiliğin her biri belirli bir erek peşindeler ve ‘kendi uluslarının’ kimliğini tanımlamakta farklı ölçütler kullanmaktadırlar. Bu ölçütleri savunan tarihsel hareketlerden koparmak ve listede toplamak ve en kötüsü bunları ulusların tarihsel olarak evrimleşmiş ve kesinlik kazanmış özellikleri olarak birleştirmek tarihe ve toplumun tarihsel çözümlenişine ilişkin bütün ciddi kavramlara sırtını dönmektir.
Ulus ve Komünist Pratik:
Ulusun ‘ulus yaratma’ tarihsel sürecinin ürünü olduğunu kabul edersek bu sürecin, içinde sınıflar ve bunların siyasal güçleri, ülküleri, politikaları ve toplumsal erekleri temelinde katıldıkları pratik bir gidiş olduğu, ulus ve görünürde nesnel özelliklerinin gerçekte son iki yüzyıldaki farklı ulusal hareketlerin sloganlarının maddileşmeleri ve bayraklarının dalgalanmaları olduğunu kabul edersek ulusların ortaya çıkış ve gelişme seyri tarihi içinde işçi ve işçi komünizminin dışardan gözlemci olmadıklarını kavramak güç olmaz. Bunlar, ulusların haklarını iade edecek yargıçlar değildirler. Ulus, ulus yaratma ve dünyadaki ulusal kimliklerin korunması bizi de kapsayan ve bizim de pratiğimizden etkilenen bir süreçtir. Ulusların ortaya çıkışları tarihi yalnızca milliyetçilike milliyetçilerin tarihi değil, enternasyonalizmin de tarihidir. Farklı düzeylerde de sınıf savaşımının tarihidir.
Bu yargıyı benimsemek ulus ve ulusal mücadeleyle ilgili komünist konumun tartışmasını temelden başka bir düzleme taşımaktadır. Bizim işçi ve komünist pratiğimiz ulsuların oluşum sürecinde etkiliyse, komünizm ile milliyetçiliğin karşı karşıya gelişleri komünizmin özel bir ulusal iddialar ve ulusal hak istemlerini doğrudan büyüteç altına koyup eleştirme hakkına sahiptirler ve bununla görevlidirler. Milliyetçiliğin uluslar üzerinde etkisizleştirilmesi ilkesi, insanlar arasındaki ulusal sınırların kaldırılması, ulusal kimliklerin güçsüzleştirilmesi ve yeni sınırlar ve ulusal ayrılıkların önlenmesi temelindeki daha geniş kapsamlı enternasyonalist ilkeye dönüşür. Milliyetçiliğe karşı savunma savaşı yerini enternasyonalizmin saldırı ve eleştiri savaşımına bırakır. Komünistler nerede hangi tarihsel sınırlar içinde ve hangi belirli koşullarda ulusal bir kimliği ve ulusların kendi kaderlerini tayin ilkesini tanıdıklarını açıklığa kavuşturmalıdırlar. Bütün ulusal hak isteyenleri otomatik olarak komünistlerin müvekkili yapacak genel bir formül olmayacaktır.
Ulusal sorunla ilgili komünistlerin tartışmalarında anahtar bir yaklaşım ulusal baskıyla ilgilidir. Baskıcı ulusun milliyetçiliğine veya ulus ve milliyetçilik adına kendini meşru gösteren sınıfsal baskıya karşı gelmek komünist olarak nitelenen hareketin değişmez varsayımıdır. Ancak, ulus kavramının eleştirel ve tarihsel kavrayışı yalnızca milliyetçiliğe karşı değil ayrıca genel olarak ulusal kimlik ve kendini tanımaya karşı işçi komünizminin pratik görevlerinin kavranışı gerek baskın gerek baskı altındaki ulusun içinde milliyetçiliğin etkisine karşı savaşımda işçi komünizmine yeni kapılar açmaktadır. Ulusal kimlik halk topluluklarının nesnel bir özelliği olarak kavrandıkça işçiler ve komünistler milliyetçiliğe yönelttikleri eleştirileri genel olarak ulusal kimliğe yöneltmedikleri sürece ulusal özelliklerin ve dolayısıyla insanların ulusal bağnazlıkları ve yükümlülüklerinin yeniden üretilmesi yeniden yaratılmasındaki milliyetçilik işçi komünizminin pratik ve kuramsal eleştiri kılıcından kurtulacaktır. Milliyetçilik yalnızca siyasal ve örgütsel yüzüyle görülmektedir. Oysa ki bu, sözkonusu toplumsal hareketin varoluşu ve siyasal pratiğinin yalnızca küçük bir parçasıdır. Milliyetçilik olgusunu varolan tüm toplumlarda ilerleten çeşitli ve karmaşık kurumların milliyetçiliği güçlendirme ve yeniden üretmesindeki felsefi, kültürel, sanatsal, eğitsel, yönetsel ve hatta ‘bilimsel’ boyutlar görülmemekte ve saldırıya uğramamaktadır. Ulusal baskı ulusal kimliğin kaçınılmaz uzantısıdır; yoksa yalnızca, milliyetçiliğin veya şovenizimin özel ve abartılmış biçimleri değildir. Ulusal baskıyla savaşım kaçınılmaz olarak bu ilişkinin her iki ucundaki ulusal kimliklere karşı koymaktan ayrı değildir.
Bir sonraki bölümde daha belirgin biçimde bu tartışmadan çıkarılacak olan siyasal sonuçlara değineceğim. Partinin ulusal sorunla ilgili programının yorumunu ilgilendiriği kadarıyla bizim gereksinimimiz bence ‘uluslar ve hakları’ sorununu bir yana bırakıp ulusal baskı ve milliyetçiliğe karşı enternasyonalist saldırıyı temel alan bir yorumdur. Komünistlerin baskı altındaki ‘ulusları’ savunmalarına bizim hareketimizin enternasyonalist özelliğinin gerektirdiği taktik ve şartlı yönü kazandıran ve buna karşılık komünizmin milliyetçilik ve ulusal kimlik ve kökene temel karşıtlığını ihlal edilemeyecek bir ilke olarak benimseyen bir yorumdur.
|